Güncelik V

Elindeki yırtık havluyla duvarın köşesine sıkıştırdığı son sineği de öldürmüştü. O ana kadar yaklaşık yirmi üç sineğin canına katletmişti. Zafer kazanmış bir edayla sandalyenin ucuna oturdu ve kirli havluyu başucundaki yatağın altına itti. Kolunun bazı yerlerinde nokta halinde kan pıhtıları vardı. Bundan rahatsız gibi görünmüyor, ellerini temizlemek için bir çaba sarf etmiyordu. Oturduğu yerden bir sineği daha öldürdü. Komidinin üzerinde duran bardağı sessizce olduğu yerden alıp dudaklarına götürdü. Bir dikişte hepsini içti ve bardağı aynı dikkatle yerine bıraktı.

Amaçsızca ayağa kalktı ve odanın ortasına kadar yürüdü. Durdu. Belli ki kendine bir uğraş arıyordu. Duvardaki zaten düzgün tabloları düzeltti, ve dolaptaki zaten temiz örtülerin tozlarını almaya başladı. Bir süre bu davranışlarına devam etti, ve odanın içindeki tek koltuğun minderlerini yerinden çıkarıp çırpmaya başladı.

- Ne yapıyorsun, Nadya?

Odaya çırpınan bir ses geldi, komidinin yanındaki tek kişilik tahta yatağın üzerinde son demlerine yakın bir bedendendi bu. Solgun ve kendinden habersiz bir beden. Üzgün bakıyordu etrafa ve kesinlikle üzgün konuşuyordu. Dudakları öyle güçsüz çıkarmıştı ki harfleri, rüzgarda başıboş sallanan perdenin duvara çarpıp çıkardığı sesler kadar işitilmesi zordu. Dudaklar birbirine çarpıp uzaklaşmıştı. Soruyu tekrarladı. Bu sefer rüzgar daha hızlı esmiş gibiydi.

- Hiç. dedi Nadya, Hiçbir şey. Uyandın mı?

Muhabbeti kendi üzerinden atmak için cevabı bir soruda buldu. ‘ Uyandın mı? ‘. Elbette uyanık olduğunu biliyordu, ama son günlerde Alexsander’ın uykusunda sayıkladığını varsayarsak bu soru o kadar da saçma gelmemişti kulağına. Hızlıca adamın yanına yürüdü ve yatağın yanındaki sandalyeye oturdu. Elini tuttu, sıkı sıkı. Biri gelirse O’nu götüremesin diye daha da sıkı tuttu.

- Canımı yakıyorsun Nadya.
- Özür dilerim.
- Ama elimi bırakma.
- Hiçbir zaman.

On sekiz dakika boyunca, hiçbir şey konuşmadan el ele oturdular. Nadya’nın zihni etraf kadar sessiz değildi. İpini koparmış bütün düşünceler orada toplanmıştı. Yere çok sert basıyorlardı, ve Nadya’nın kafası her geçen dakika daha da fazla ağrıyordu. ‘ Zaman geçer… Çocukken en çok bu bahçede… sonsuza dek yaşaya… Önce sesleri unut... ‘. Dimağındaki son düşüncede durdu. Bütün fikirler sağa sola kaçıştılar, başka hiçbir fikir bu düşünceyi bastıramıyor, yerine geçemiyordu. ‘ Önce sesleri unuturuz. ‘ diye tekrarladı.

- Alexsander, konuş.
- Anlamadım.
- Konuş ve hiç susma.
- Neden Nadya?

Sandalye sanki çivilerden oluşmuş bir yatağa dönüşmüştü. Nadya’nın o sert kalkışını başka hiçbir şey tarif edemezdi. Mutfağa koştu ve elinde kocaman bir bıçakla geri döndü. Ev ahalisi de arkasından yürümeyi ihmal etmemişlerdi. Odanın kapısını kilitleyip, Alexsander’ın şaşkın bakışlarının tam önünde durdu. Dışarıdan kapıyı açması yalvaran birkaç ayrı ses vardı.

‘ Hepiniz susun! ‘ . Birden haykırmaya başladı, bunu birkaç kere tekrarladı. Öyle derin bağırıyordu ki boğazı parçalanabilirdi. ‘ Susun diyorum size, herkes çenesini kapatsın. ‘ diye söylenmeye devam ederken şuurunu kaybetmiş bir şekilde, kendini odanın duvarlarına vurmaya başladı. Bir yandan dışarıdakilere susmaları için yalvarıyor bir yandan da Alexsander’a konuşması için sürekli aynı şeyi tekrarlıyordu.

- Alexsander, yalvarırım konuş. Daha sesli, adımı söyle. Konuş, Alex.

Genç adam ne yapacağını bilemez bir halde birbirinden bağımsız cümleler kurmaya başladı. Korkmuştu, kalbi hızla atmaya başladı. Dışarıdaki herkes ne yapacağını bilemez bir halde kapıyı yumruklamaya devam ediyorlardı.

Nadya birden yere oturup, sırtını duvara dayadı. Aynı anda herkes sustu. Elindeki bıçağı yavaşça kulağına götürdü. Önce sağ kulağını kesti. Hiç acı çekmemiş gibi hali vardı. Genç Alex gördüğü manzara karşısında aklını oynatabilirdi.

- Konuş ve adımı söyle. Sesini unutmayacağım kardeşim, duyduğum son ses sen olacaksın.
- Nadya, lütfen…

Genç Alex daha lafını bitirmeden Nadya sol kulağını da başından ayırdı. Neşeli görünüyordu. ‘ Alex, kardeşim. ‘ dedi kendine. Uzun uzun çocuğa baktı. Yüzü kan içinde kalana kadar baktı, ağzına dolan kan O’nu öldürene kadar baktı, ruhu bedeninden çıkıp uzaklaşana kadar baktı.
İçinden ‘ Alex ! ‘ diyordu, ‘ Alex, kardeşim. ‘

Sandalye Günceleri, Nadya Nikolayeviç

Güney

Sibirya, herhangi bir yer
1981



- Oltayı ver, Natalie.
- Hangisi?
- Kamış olanı.
- O’nu getir…memişim, Vanya.

Dalgaların gürültüsünde kaybolan sesine uzun uzun baktı Vanya, sinirlenmişti. Öyle çabuk sinirleniyordu ki buna bazen kendi de inanamıyordu. Oltanın ucuna parmağını batırdı. İğne yeterince sivriydi. İğnenin ucunun derisine batışını hissetti, acıyı üzerinde dağıttı. Bu O’nu biraz sakinleştirdi, ve tekrar kafasını kaldırıp etrafına bakındı. Yanında yarısı yırtık poşeti duruyordu. Diğer yarısında ise Natalie oturuyordu.

- Üzerinden kalk!

Poşetin içinden çıkardığı birkaç haftalık ekmek içlerini ısladı. Küf kokuyordu ekmekler. Baş ve işaret parmağıyla yuvarlayarak ekmekleri topak haline getirdi. Ekmek, oltanın iğnesiyle buluşunca gökyüzüne salındı, ve ardından tuzlu suyla buluştu. Beklemeye başladılar. Sabahın sessizliğine eşlik eden kayığın tıkırtısına kulakları takıldı. İsteseler hiçbir şey duymayabilirlerdi. Ama dinlediler. Natalie sessizce ayağa kalktı çünkü biliyordu ki en ufak seste balıkları korkutabilir, Vanya’nın bugünlük hasılatına darbe vurabilirdi. Kayığın çapasına doğru yürüdü ve önünde durdu. Paslı çapanın paluze cildini kirletmesine izin verdi öyle ki elini üzerinde gezdirmekten kendini alamıyordu. Çapa sertti ve tarif edilemez keskin bir kokusu vardı, kirlenen elini burnuna götürürken buna karar verdi.

‘’ Vanya. ‘’ dedi öyle utangaç öyle içten söylemişti ki adını, bu ismi söylemekten vazgeçebilirdi. Ancak bu hisli seslenişi çocuk duymadı. Ufuk çizgisine dalmıştı, ve ufuk çizgisinin ötesindeki sahilleri düşünüyordu, Güneye gitmek istiyordu. Altındaki bir bacağı uzun tabureyi kuma batırıp oturduğu yeri düzeltirken omzuna dokunan ele kayıtsız kalmaya çalışsa da bunu çok uzun sürdüremedi.

- Ne var, Natalie?
- Raskolnikov’u hatırlıyorsun değil mi?
- Evet.
- Sen söyler miydin?
- Neyi?
- Seni kemiren düşüncelerini, yani paylaşabilir miydin, terk edilmekten mi korkardın yoksa daha çok sevilmekten mi? Anlatacak kimsen var mı?
- Yok.
- Ben varım.
- Sen Sonya değilsin.
- Sen de Raskolnikov değilsin.
- Ama olabilirsin.
- Sen de.

Sustular.

Vanya, Natalie’nin bildiğinden emindi. Zihnini acıtan korkunun yalnız olmadığını fark etmesi O’nu rahatlatır gibi oldu. Ancak hemen ardından ağır bir huzursuzluğun altında ezilmeye başladığını fark etti. Sırları sınırları zorlamıştı. Kendi zihninden boşalıp başka bir zihne dolan düşünceleri tek tek toplayamaz ya da geri alamazdı. ‘ Belki de bilmiyordur. ‘ diye içinden geçirdi. Kendi kendini rahatlamak için çabalasa da, bilmesini delicesine istediğini anımsadı. Anlatacak cesareti yoktu. Yüzsüzlüktü böylesine riyakar düşünceleri bir başkasına anlatmak ve öfkeliydi kendisine riyakarlığın sebebi yine aynı beden olduğu için. Düşündü.’ Ne de güzel olurdu, ben söylemeden bilmesi. Hem böylece bu şey hiç olmamış gibi olacaktı. Kuzey’de kalacaktı belki ne dersin? Günah, doğduğu topraklarda kalır mıydı ? Peşimden mi gelecekti? Ya da burada büyüyecek ve farkındalığını kazandığında peşimden gelip hesap mı soracaktı bana – beni nasıl öksüz bırakırsın diye-. Natalie, biliyorum de. Öyle sesli söyle ki bunun senin günahın olduğuna inanayım. Çünkü benim başka adım yok Natalie. Günahkar benim, Vanya.‘

- Vanya, Vanya.. Beni duyuyor musun?
- Evet.
- Güney’e gidelim mi?

Oltaya bir balık takılmıştı. Vanya, cevap vermedi. Oltayı hızlıca çekiyordu. Cevap verememişti. Gri bulutların arasından sızan solgun Güneş ışığı balığın pullarını öyle güzel parlatmıştı ki her ikisinin de iştahı kabardı. Sevilmekten korkuyordu Vanya. Balığı sıkıca tuttu ve kovaya yerleştirmek için oturduğu yerden hızlıca kalktı. Hayatındaki her anı planlardı Vanya ve hiçbir ana, hiçbir anıya, hiçbir insana güvenmezdi. Balığın kaçamayacağını bildiği halde kavanozun ağzını kapattı. Çırpınışlarından utandığını fark etti. Gri gökyüzüne baktı, sonra ufuk çizgisine ve ardından arkasında duran Natalie’nin nefesini hissetmeye çalıştı. Kavanozu sertçe tutarak denize doğru fırlattı. Ve yüzünü dönmeden, derin bir nefes aldı. Kupkuru dudaklarını ıslatıp, doğru kelimeleri bulmaya çalıştı.

- Güney’e gidelim.

Güncelik IV

- Öyle deme!
- Neden?

- Olsun sen yine de öyle deme, isyan etme.
- Kabul edemem, edemiyorum. Bu ağır bir yük değil ki gel beraber taşıyalım diyeyim, eş dosttan yardım isteyeyim.

- Bedeli yok, Nadya.
- Bedeni de yok. Söyleyecek söz bulamıyorum Ivan. - Düşünme. Bu koku da ne?
- Tuvaletten geliyor.
- Ah, Nadya. Ah Nadya.


Sidik kokusu tuvaletin sarıya kaçan mermer taşlarından taşmış evin kireçli bütün odalarına kadar yayılmıştı. Duvarların üzerindeki tozlu el izleri kokuyu bir odadan başka bir odaya taşıyor gibiydi. İkisinin boğazını yaktı koku, yutkunamadılar. Nadya, hızla tuvalete koştu ve bahçeden çektiği lacivert tırtıklı hortum ile tuvaleti temizlemeye başladı. Bütün pisliğin içine yalın ayak basıyordu, mantardan rengi atmış tırnaklarını hiç önemsemediği belliydi. Başı önde kambur bir halde çiçek desenli mermerlerin her birini ayrı bir telaşla siliyordu. Arada bir başını kaldırıp pencereden dışarı bakıyor ancak güneş tam gözlerinin ortasını yaktığından başını hemen geriye çeviriyordu. Mermerleri bitirip aynaya geçti. Yansıması çarptı gözüne, ama kendisini seyredip geçen yıllara küfredecek, ne kadar değiştiğine üzülecek ya da uzun uzun ağlayacak vakti yoktu. Kafasını değil aynayı ters çevirdi. İşini sağlama aldı. Dayanamayıp kendine bakabilirdi ya da aynada göreceği her kim ise.

Pis bezi sabunlu suya bırakmak için plastik kaba doğru eğildi, doğrulacaktı ki birden başı döndü. Başının döndüğünü fark etmeyecek kadar meşguldü zihni. Hızla kafasını kaldırıp yürümeye devam etti. Başı dönmeye devam ediyordu. Ivan’ın bulunduğu salona kadar yürüdü, baş dönmesi de onunla geliyordu. Salonun ortasına yığıldı. Ve orada kaldı.

Ivan koltuğa yayılmış sesli sesli horluyordu. Ayaklarını sandalyenin sivri köşesine uzatmış, bir elinde üç hafta öncesinin gazetesini tutuyordu. Koltuğun köşesindeki havlu yarısına kadar ıslaktı, belli ki oturduğu yerde çok terlemişti. Parmağını kulağına götürdü,hızlıca kaşıdı ve birkaç kelime mırıldandı. Ne dediği anlaşılmıyordu. Gözleri yarım açık olduğundan rüya görüyor diye tahmin etti, Nadya.

Tavan biraz karanlık görünüyordu, küflenmiş mi yoksa diye aklından geçirdi Nadya, yüzüstü yerde yatarken. Bedeninin hiçbir yeri hareket etmiyor, yalnızca gözlerini oynatabiliyordu, onlar da çok kısa bir mesafeden sorumluydu. İlk defa Tanrı’ya dua etmek için ellerini açamadığı bir konumda bulunuyordu. Dudakları mühürlüydü. Kuruyordu yavaşça, sözcükler mi tükeniyor dedi içinden. Bu kuraklık neden? Neden son bir kez de olsa dudaklarımı kavuşturamıyorum diye isyana kalkıştı yeniden. Burun delikleri hayat verecek havayı reddetmeye başlıyordu, kulakları sade bir horlama sesiyle doluyordu sadece, Ivan uyan! Diye bağırmayı o kadar isterdi ki. İç çamaşırlarında bir ıslaklık istedi, ve eteğine bulaşan ılık bir su. Hemen ardından keskin bir sidik kokusu geldi burnuna, havayla karışıyordu. Ivan, dedi içinden Ah Ivan sırası mı, kurtar şu zihnini karanlığın gafletinden ışığa bak, ışığa bak…

Gözleri, burnu ve kulakları bilinçsizliğe giderken hissizleşen ve uyuşan teninin titrediğini hissetti. Dudakları sertçe titriyor birbirlerine kavuşmak için adeta çırpınıyordu. Af dileyecekti belki, söyledikleri için ya da söylemedikleri için küfredecekti. Ivan’ın sesi geldi. Ama adam halen uyuyordu. Belli ki boşalan zihninin son sözleriydi bu. Zihni karşılık verdi bu sese.

- Ölüm, Tanrının en büyük hatası Ivan. O kadar çok ölmesi gereken insan var ki. Neden O’nu seçti? Tanrı hata yaptı ivan, kimi seçeceğini bilemedi. Tanrı, seçemiyor. Tanrı daha bir çocuk!
- Öyle deme!
- Neden?
- Olsun sen yine de öyle deme, isyan etme.
- Kabul edemem, edemiyorum. Bu ağır bir yük değil ki gel beraber taşıyalım diyeyim, eş dosttan yardım isteyeyim.

- Bedeli yok, Nadya.

- Bedeni de yok. Söyleyecek söz bulamıyorum Ivan.
- Düşünme. Bu koku da ne?
- Tuvaletten geliyor.

- Ah, Nadya. Ah Nadya.

' Ivan, uyan. '

Sandalye Günceleri, Nadya Nikolayeviç

Hicran


- ‘ Zehra, Zehra! ‘diye avazı çıktığı kadar bağırdı. ‘ H ‘ harfini bastırırken boğazındaki balgam genzine bulaşıyordu. Seslenmek için bir kez daha ağzını araladığı sırada Zehra içeri girdi, arkası dönüktü.
- ‘ Buyurun, Efendim? ’ dedi, sesi mahcubiyetinden kırılmak üzereydi.
- ‘ Biraz daha odun at, su yeterince kaynamamış, ve şu lifi daha fazla sabuna bula, içerisi temiz kokmuyor, duvarlara sabun sür. Hah yeşil olanı, harika. Tamam şimdi çıkabilirsin. ‘

*

Hamamın rutubeti kalbe ağır gelirdi her zaman, dolu bir kalp sımsıkı durur, bazı bazı nefes aldırmazdı sahibine. Kimi yürekler bu baskıya dayanamadan veda ederdi bedene, yetmişini geçip kaynar suya eşlik etmek akıl karı değildi. Öyle ki bütün riskleri arkasına alıp, oturdu taburesine Akif efendi, temizlenmeliydi, yetmiş üç senenin pisliğini bir senede bırakmalıydı ardında.

*

Su, git gide kaynıyordu öylesine sıcak görünüyordu ki üzerinden ayrılan buharlar bütün hamamı sislere gömmüştü. Yavaşça elini değdirdi suya tahmininden çok daha fazla sıcaktı. ‘ Yavaşça elini değdirdi Hicran’ın ensesine tahmininden çok daha fazla sıcaktı, durmaksızın terliyordu kadın. ‘ Elini sudan çektiğinde durmaksızın terlediğini fark etti. Lifi eline aldı ve sabunu üzerine sürmek için sabuna doğru uzandı. Beğenmedi. Lifin kumaşı çok sert duruyordu, yarısını parçaladı. ‘ Hicran’ın bu baştan ayağa kapalı halini beğenmedi, ve entarisini birkaç el hareketiyle parçaladı, kadın üryan bedeni gizlemeye çalıştı. ‘ hızlı hızlı köpüren lifli sabunu bir kenara itti, suyun biraz soğuduğunu düşündüğünde üzerine dökmeye başladı. Cildi öyle bir yandı ki feryat etmemek için dişlerini birbirine kenetlemesi gerekti. Her yeri yanıyordu, acıyla. Ama sıcak suyun cildi doyurduğunun farkındaydı, nasıl da üzerinde kalan ölü deri bir bir sökülüp atılıyordu. Nefes aldığını hissettiğini, kolları bir başka güçlü gibiydi, acıyordu. ‘ Kollarından sımsıkı tutup kendine doğru çekti kadını, ve uzvunu kadının uzvuna yakın tutmak için beton gibi hareketsiz bırakmıştı kadını. Hicran, kızlığından vazgeçildiği an öyle bir yandı ki canı feryat etmemek için dişlerini birbirine kenetlemesi gerekti. Titredi. Ama doygunluğunun farkındaydı, nasıl da farklı bir duyguymuş ölen umutlar, tekrar nefes alamayacağını düşünmüştü ama bir başka güçlü hissetli, nefret doluyordu içine, acıyordu. ‘ Vücudunun yeterince ıslandığını düşününce sabunla doldurduğu lifi cildinin en köhne yerlerinde gezdirdi. Gaileler doluyordu göğsüne, böyle olmamalıydı. Daha sert gezdirdi üzerinde lifi, derisinin bir kısmı kanadı, ve geri kalanı alabildiğine kızarmıştı. Boynunda, kasıklarında, göbeğinde, sırtında, parmak aralarında, her yerinde ayrı bir günah hissediyordu ve her yerine ayrı bir özenle sürüyordu lifi. Temizlenmesi gerekiyordu. ‘ Gaileler doluyordu göğsüne, Hicran nefes almakta zorlandı. Yalvarmaya sesi çıkmıyordu. Sağına soluna baktı, boynunda, kasıklarında, göbeğinde, sırtında, parmak aralarında, her yerinde ayrı bir günah hissediyordu, dokunmadığı bir yeri kaldı mı bu adamın diye düşünmeye başladı. Çok pis kokuyordu, günah. Hem de çok. ‘ . Kulaklarının içini başparmağıyla sıkı sıkı silmeye başladı, akan suyun sesini duymak istemedi, hiçbir şey duymak istemiyordu. Münzevi kulaklar istedi tanrıdan, bütün seslerden ırak. ‘ Gördükleri akıl karı etmediğinden, tanrıya sığındı Hicran, münzevi gözler istedi O’ndan, bütün gördüklerinden ırak. ‘ Kaynar suyu düğüm düğüm dökmeye devam etti. Ve her bir tastan sonra cildini kokluyordu, vücudunda günahtan başka bir koku var mı diye emin olmak istedi. Değişen tek şey, rutubetti. Su, soğuyordu. ‘ Her bir haykırıştan sonra etrafını kontrol ediyordu, ve birden ayağında bir kayganlık hissetti. Atların dışkıları ayağına bulaşmıştı. İyice gerildi Hicran, uzandı ve avuçlarına doldurdu dışkıyı. Akif Efendi’nin ağzına, yüzüne sürdü. Vücuduna dağıttı bütün pisliği. Bu haliyle fülusu ahmere muhtaç görünsün istedi, yurtsuz sansınlar istedi. Her yerine sürdü, hem de her yerine. ‘
Su soğuyordu, rutubet giderken. Ve Zehra’dan havlularını istedi, mahremini örtmek için, hamam mis gibi sabun kokuyordu, Akif zift.

‘ Akif, Hicran’ı boğuyordu, kirlenirken. Ve Şükrü’den kalın bezler istedi, günahını örtmek için, ahır saman kokuyordu, Akif zift.‘

Dilruba

Acele acele bir kadın yürüyordu Bağdat’ın Güneşten nasibini almış topraklarında. Pazar çadırlarının arasından geçiyor ve nefesini boğazından uzak tutuyordu. Toprak, ardında taşıdığı rüzgar ile ayak izlerini savuruyor, kumlar birbirlerine dolanıyor ve izlerini kaybettiriyorlardı. ‘ Yakalayın, şu fahişeyi!’ diye yükselen sesleri, ne bir kum tanesi ne de rüzgar saklayabilmişti. Bağdat, hayli kızgın bir geceye uyanıyordu.
*
Çöllerin susuzluklarını gidermeleri için bahşettikleri bir çift mercan göz taşıyordu, Dilruba. Yüzündeki deniz bütün cildini yakmıştı. Tuzlu su derisini karaya çalıyordu. Serin Bağdat geceleri bile cildini kurutamamıştı, terliyordu. Daha hızlı koşması gerektiğinin farkındaydı, yükü ağırdı. Korkusu ve düşünceleri O’nu yavaşlatıyordu. Ve en ağır yükü kalbi, göğsünü parçalayacak gibi çarpıyordu. Elindeki gri ve köşeleri parçalanmış bez parçasını bir kenara fırlattı. Boş bırakılmış tezgahlardan birinin arkasına saklandı. Büyük bir gürültü için geceye yalvardı. Yoksa bu aksi gece nefes alışverişlerini asla saklayamazdı. Gece ahrazdı ya da bulduğu ilk bıçakla dilini kesmişti, konuşmuyordu gece, susuyordu. Ayak sesleri birbirinin peşi sıra dört bir yana dağılmıştı. Sözcükler tükürüklerle boğulan harflerin kölesi bir halde kulaklara çarpıp yere düşüyordu. Dilruba, sessizdi. Ama herkes bağırıyordu. Gözlerini kapadı, geceyi görmezse, gece de O’nu görmez diye düşündü. Bekliyordu. Ensesinde bir soğukluk hissetti, yersiz bir histi bu. Dolaşıyordu. Bütün boynuna dolmaya başladı. Ve büyük bir çığlık doldurdu bütün geceyi, muhafızların kılıcı sesi seyreltmişti. Ses gidiyordu, topraklar besleniyordu. Gece, susuyordu.
*
Tam olarak bir saat önceydi, tüccarlar tezgahlarını pazarın ortasına bırakıp evlerine çekilirlerdi her Perşembe ve ceplerine doldurdukları sözümona helal dinarları mum ışığı izin verdiğince saymaya çalışırlardı. Bağdat’ın en zengin tüccarının evi mumlarla çevrili olduğundan ışık Güneş’i kıskandıracak nitelikteydi. Paralar altın renklerini daha bir ihtişamlı gösterirdi. Saat dokuz buçuğu vururken, aynı anda kapı da vuruldu. Tüccar alelacele hasılatını toplayıp, kapıya yöneldi. Bu davetsiz misafirin kimliğini birkaç soruda anlamak istiyordu. ‘ Sen de kimsin bu saatte?’ diye haykırdı kapıya varmadan, iki metre berisinden. ‘ Tahranlı bir fahişle ‘ diye iç çekti kapıdaki kadın, sesi ağzının önündeki peçeden süzülerek geçmiş, neferin kulaklarını okşamıştı. ‘ İçeri gel ‘ dedi adam.
*
Şaraplar dudaklardan dökülen tatsız kelimeleri neşelendiriyordu. Adam hiç böylesine güzel bir fahişeye dokunmadığını düşündü, öyle ki bu kadar güzel bir kadını gün ışığında dahi görmemişti. Mumların sarıya boğduğu oda da dahi mercan gözleri kendi varlıklarını sürdürüyorlardı. Uzun uzun bakıyorlardı bir birlerine. Adam ellerini kadının göğüslerinde gezdirirken, tane tane üzümleri çiğniyordu. Dilruba adamın benliğine konuşmaya başladı. Cümleleri devlerin kollarını saran yarım dönümlük zincirler gibiydi, dinleyeni kendine bağlıyordu. Bardağında duran şarabı yudumlamak için cümlelerden vazgeçtiği anlarda, ‘ Susma kadın, konuş, anlat!’ yalvarmaya başlıyordu. Şehrin göbeğinden perdezanın parmaklarından düşen notalar vardı eve, ‘ Çal perdezan, sarhoş olalım!’ diye bağırmaya başladı adam. Dilruba, bardakları bir kez daha doldurmak için sırtını döndü adama o sırada kasıklarına sakladığı olgunlaşmamış bir elmayı çıkarıyordu. Şarabın yanına doğradı, üç küçük dilim. ‘ Bu iş son bir daha yapmayacağım’ diye içinden geçiriyordu her bir bıçak darbesinde. Elmayı ve şarabı adama ikram etti.
*
Perdezan notaları daha da tutsak etmeye kararlıydı, öyle sert öyle delikanlı savuruyordu mızrapı.
*
‘ Bu meyve acı!’ dedi adam suratını ekşitmişti.
‘ Acıysa tadı daha bir lezzetle iç şarabı, gül ki içinde hiçbir acı kalmasın ‘ diye bir kez daha zincirlere vurdu adamı.
‘ Ah be kadın, sarhoş olalım!’
‘ Bana gönlünden daha zengin bir şey gösteremezsin değil mi? ‘ diye adama sordu.
‘ Seni gösterebilirim kadın, ama senin zenginliğini de ‘ biraz duraksadı ‘ işte bu dinarlar satın alır ‘
‘ Biraz daha içelim, sarhoş olalım adam!’ diye bağırdı, Dilruba. Adamın kıyafetleri teker teker üzerinden düşüyordu. Çırılçıplak kalana dek içtiler. Yalnız Dilruba kapanıyordu her yuduma,adamın zincirleri sıkarken, kendini serbest bırakıyordu. Birkaç yudum sonra, harfler yürümemeye başladı kulaklara, gözleri pes etmişti. Yeryüzünün bin bir renkleri tek bir renk olmuştu. Karaya çalıyordu, her mavi ve karaya çalıyor her kırmızı. Bütün tatlar tek bir tat oluyor, ve bütün sözler tek bir söz. Duyamıyordu, tadamıyordu, göremiyordu. Bilinçsizliğin kollarına bırakmıştı kendini adam. Dilruba, vedalara hazırlanıyordu. Geceyi öpmek için sabırsızlanıyordu ve ellerini ceplerine öyle sert sokuyordu dinarlar sığmayacak kadar ağırlaştığında adamın kıyafetinden bir parça koparıp içine doldurmaya başladı.
Koşarken geceye doğru, dinarlar şırıl şırıl evin verandasında dağıldı ve bir muhafız bütün benliğini Dilruba’ya çevirdi. Efendisinden emir almayı beklemeden, kadın’a ‘ Dur!’ diye emretti.
*
Acele acele bir kadın yürüyordu Bağdat’ın Güneşten nasibini almış topraklarında. Pazar çadırlarının arasından geçiyor ve nefesini boğazından uzak tutuyordu. Toprak, ardında taşıdığı rüzgar ile ayak izlerini savuruyor, kumlar birbirlerine dolanıyor ve izlerini kaybettiriyorlardı. ‘ Yakalayın, şu fahişeyi!’ diye yükselen sesleri, ne bir kum tanesi ne de rüzgar saklayabilmişti. Bağdat, hayli kızgın bir geceye uyanıyordu. Sözcükler tükürüklerle boğulan harflerin kölesi bir halde kulaklara çarpıp yere düşüyordu. Dilruba, sessizdi. Ama herkes bağırıyordu. Gözlerini kapadı, geceyi görmezse, gece de O’nu görmez diye düşündü. Bekliyordu. Ensesinde bir soğukluk hissetti, yersiz bir histi bu. Dolaşıyordu. Bütün boynuna dolmaya başladı. Ve büyük bir çığlık doldurdu bütün geceyi, muhafızların kılıcı sesi seyreltmişti. Ses gidiyordu, topraklar besleniyordu. Gece, susuyordu.

Üryan


‘ Ve insanlar birbirlerine benzemek için ayrı ayrı yaratılmaya başlanmıştı. Ayrı ayrı doğacak, birbirlerine tıpatıp benzer halde öleceklerdi. Çünkü bugün farklı olan şeylere pek yer yoktu. ‘

‘ tıpa tıp…ölecek.’ dudaklarını bükerek tekrar etmişti bu cümleyi. Elindeki bıçağı masanın ayağının yanına bıraktı ve nasırlı parmaklarını başının üzerinde gezdirmeye başladı. Kafasındaki şişlikler O’na yeryüzünün en yüksek dağları gibi geliyordu. Başparmağıyla her birine tekrar tekrar dokundu. En ağrılı ve büyük olanda biraz durdu. Everest’in tepesinde hissetti. Adeta aşağı bakıyordu, bulutlardan görülmeyen bir yerküre vardı önünde. Bunu biliyordu ama yokmuş gibi davranmak işine geldiğinden kafasını tekrar gökyüzüne çeviriyordu. Vakit kaybetmeden hızlıca parmağıyla bastırdı. Kafatasında balyozla vurulmuş gibi bir acı hissetti. ‘ işte bu acı çok farklı, yalnızca bana ait. ‘ dedi. Giderek daha da sert bastırıyordu. Zihninden geçen düşünceleri köşeye sıkıştırdığının farkındaydı. Bencilliğinden ötürü, zihni acının etrafına toplanmıştı. Ne bir açlık, ne de bir üzüntü kalıvermişti yalçın kayalı yüreğinden.

Parmaklarını kafatasından çektiği sırada, ardı arkası kesilmeyen bir ses duydu. Belli ki o ses uzun zamandır atmosferde dağılıyordu. ‘ Kapıyı aç, n’olur! ‘ şeklinde yalvaran bir ses düzenli olarak kendini tekrar ediyordu. Yumrukları kapıyı döverken bir yanda, kapı kolunu zorluyordu boşta kalan elleriyle aynı sesin sahibi. Adam birden kapıyı kaçtı ve karşısında kadını gördü. Elinde bir tepsi yemek ve özenle toplanmış saçlarıyla bir kadın duruyordu.

Uzun süre birbirlerine baktılar. İlk kimin konuşacağını her iki taraf da merak ediyordu.

- ‘ Seni görmekten sıkıldım. ‘ dedi adam tek seferde.
- ‘ Beni değil gölgemi görüyorsun ‘ diye tersledi kadın.
- ‘ Ondan da sıkıldın! ‘ diyerek kestirip attı adam ve odanın içine doğru yürümeye başladı.
- ‘ Üşümüyor musun? Dedi kadın merakla.
- ‘ Hayır ‘ söz uçmuştu, yazı da kalmak istemiyordu.

Adamın çıplak bedeni günlerdir temizlenmediğinden kokuyordu, tüylenmişti ve kirliydi. Bir insan başka bir insana bu şekilde asla dokunamazdı. Tanrılar cehennem için seçtiği kullarını bu şekilde giydirirdi. Üryan bedenlere hiçbir kıyafet yakışmazdı. Tenleri dahi neferinden sıkıldığından yaralara kabuk bağlardı. Beden tükenmeyi görev bilen bir zaman dilimiydi. Ve tanrılar sırtlarını dönüp uzaklaşırken, kadın koşarak sarıldı adama. Kokladı ve öptü. Sorular sormak istemiyordu, nedenlere de ihtiyacı yoktu. Ama dayanamadı, evladını kemiren tahta kurusunun kaynağını öğrenmek istedi.

- ‘ Neden kendine kıyıyorsun, evlat? ‘ sesinden huzur koşarak uzaklaşıyordu.
- ‘ Senin acılarınla doyamıyorum anne, sana ne kadar acı çektirdiğimin farkında değilim, bu yüzden kendimde deniyorum, kendimi bölüyorum, ve kendimi parçalıyorum, yetersiz bulursam daha da fazla bastırıyorum. Bunu sana yaparsam, senin acından haberim olmaz. ‘

Kadın ne diyeceğini bilemedi. Sıkı sıkı sarmıştı adamı. Elleri öyle sert tutuyordu ki koskocaman oda sanki kollarının arasındaki adama saldıracak da, O’nu engellemek için kendini siper etmiş gibiydi. Tanrılar gülüştüler.

- ‘ Perdeleri açabilir miyim, seni görmek istiyorum? ‘ dedi kadın, sesi karanlıktaki tek ışık huzmesiydi.
- ‘ Hayır ‘ dedi adam, sesi Everest’in tepesinden hızla aşağı düşüyordu. Vücudu hissizleşti ve nefes alışverişleri yavaşladı. Kadının kollarında eriyen bir kaya gibiydi. Dakikalar öncesindeki katılığı yerini sıvıların akışkanlığa bırakmıştı. Hafifliyordu.
- ‘ Evlat ! ‘ diye bağırdı kadın ‘Bir perdenin kapattığı aydınlık böylesine büyük bir odayı karanlığa gömüyorsa, sakın gözlerini kapama, sakın!’ diye iç çekti.

Tanrılar gülüşüyorlardı. En büyük olanı masanın yanındaki bıçağı adamın avuçlarına verdi. Adam takati yalnızca parmaklarında gibi sımsıkı bıçağı tuttu, yaraları yalvarmaya başladı ve başındaki dağlar yıkılıyordu. Everest kaynağına O’nu çağırdı. ‘ Atla!’ diyordu. Everest’ten kaynağına düştü.

Ana rahmi kıyafetleri reddediyordu, rahimden düştü ruh. Anadan doğamadan.

Güncelik III +

Not: Bu yazı Güncelik-III 'ün devamıdır.



- Buraya geleceğini düşünmemiştim.
- Ben de beni seveceğini düşünmemiştim.
- Peki Ivan, O ne olacak?
- Ivan artık yok, Dimitris. Söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu görmeye geldim. Ve böylece seni belki daha çok sevebileceğim ama senin beni hep daha çok sevmen gerektiğini bilmelisin. Başımdaki bu ağrı beni öldürecek, senden saçlarımı traş etmeni istiyorum. Derimin üzerine dokunmanı, gözlerim dışında başka bir yere bakmanı, ve dudaklarım dışında daha pis yerlerime dokunmanı istiyorum. Bana dokun Dimitris.
- Peki, otur şu sandalyeye.

*
Berberin boş olduğunu görmeseydi içeri bir adım dahi atmazdı. Kapıdan girerken bütün gözleri üzerinde isterdi ve bir hareketiyle bütün herkesin dışarı çıkmasını temenni ederdi tek seferde. O gün de aynı ihtişamıyla kapıdan içeri girmişti. Üzeri Ivan’nın artıkları dolu ve elinde tamamı pis mektubu ile salına salına yürüyordu. Altın sarısı saçları yer yer koparılmış ve bir birine girmişti. Güzel göründüğünü düşünüyordu, güzel olmalıydı, tek olmalıydı.

Usulca adamın yanına yaklaştı ve göz hareketiyle herkesi birbirine vurdu. Dimitris, kendine söyleneni yapar, Nadya’nın bir dediğini iki etmezdi. Adam naif huyunun yanında taş gibi bir kalbe sahipti. Sadece problemleri sevmezdi ve problem yaratacak en ufak şeyden kaçınırdı. Nasıl konuşması gerektiğini ve özellikle de nasıl davranmasını gerektiğini çok iyi biliyordu. Nadya’nın akıl sıra ermez tavırlarına büyük bir sakinlikle karşılık veriyor ve O’nu hoşnut tutmaya çalışyordu. Bu yüzden herkesi usulca dışarı çıkardı. Nadya, aceleyle Dimitris’i avuçlarından yakaladı. Ellerini kaçırmak isteyen adam, hızlıca ayağa kalktı ve tezgahın etrafında bir şeylerle uğraşıyor gibi görünmek istedi. Pis olan hiçbir şeye dokunamazdı, sarsıcı bir titreme gelir ve midesi bulanmaya başlardı. Parfüm şişelerini tek tek düzenlerken, acelesi varmış gibi konuşmaya daldı.

- Lütfen kendi başına saçlarını yıka ve etrafa dokunma. Ayrıca buraya geleceğini düşünmemiştim.
- Peki, bana yardım eder misin? …. Ben de beni seveceğini düşünmemiştim.
- İşine bak Nadya. Peki Ivan, o ne olacak?
- Ivan artık yok, Dimitris. Söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu görmeye geldim. Ve böylece seni belki daha çok sevebileceğim ama senin beni hep daha çok sevmen gerektiğini bilmelisin. Başımdaki bu ağrı beni öldürecek, senden saçlarımı traş etmeni istiyorum. Derimin üzerine dokunmanı, gözlerim dışında başka bir yere bakmanı, ve dudaklarım dışında daha pis yerlerime dokunmanı istiyorum. Bana dokun Dimitris.
- Peki, otur şu sandalyeye.

Nadya süratle sandalyeye oturdu ve saçlarını yıkamaya başladı. Ara ara kopan saçlar lavaboya dökülüyordu. Dimitris bakamadı. Yeterince saçlarının temizlendiğinden emin olduktan sonra saçlarını kesmeye başladı. Sol eliyle tuttuğu makas adeta parmaklarının arasından kayıyordu, iri gövdesi ve kısacık saçlarıyla bir Rus’tan çok bir Alman’ı andırıyordu Dimitris. Biraz araştırılsa kesin köklerinde bir Alman geni bulunurdu buna eminlerdi O’nu görenler. Nadya da emindi ama gözlerini Dimitris’in ellerinden alamadığından suratına bakmak pek aklına gelmiyordu.

Makas hızlıca Nadya’nın saçlarının arasından kayıyordu git gide yüzü ortaya çıkıyordu. Ve cildinin kokusu havaya yayılıyordu. Ivan’nın artıkları hala üzerindeydi ve onun peşini bırakmak gibi bir niyeti yoktu. İkisi de konuşmuyorlardı. Makas sesi havaya yayılan tek ses sesti ve arada çatırdayan sobanın odunları gürültü yapıyordu. Makasların keseceği saçlar kalmadığında, Dimitris ellerini derhal kızın üzerinden çekti. Başı yara bere içindeydi ve kabuklardan bazıları kanıyordu. Güzelliğin sakladığı gölgelerde birer ceset yatıyordu adeta. Ölüler diyarından gelen bütün çirkinler güzelliğin içine saklanmıştı. Hades’in fedaileri kızı yavaşça avuçlarına alıyorlardı.

- Beğendin mi Dimitris? Diyerek sessizliği bozan Nadya oldu, aynadaki görüntüsüne aşık aşık bakıyordu. Olmadığı kadar çirkin görünmesine rağmen, olmadığı kadar mutluydu.
- Elini tenime koysana.
- Deniyorum, diye kestirip attı adam, elindeki ne Nadya? Diye devam etti.
- Bana mektubun. Benim için yazdığın.
- Sana mektup yazmadım Nadya, okuma yazma bilmediğimi biliyorsun. O bana ait değil.
- Öp beni Dimitris, ölüyorum. Gözlerini kapa ve öp beni.
- Git Nadya. Ivan’a git ve buraya geldiğinden kimseye bahsetme.

Nadya birden ayaklandı ve Dimitris’in elindeki makası hızla kaptı. Mektubu çıldırmış gibi kesmeye başladı. Adam ne yapacağını düşünmeye çalışırken, genç kız hızla üzerine yürüyordu. Tezgahtaki bütün parfümleri tek tek üzerine boşalttı.

- Şimdi güzel kokuyor muyum? Öpsene, cennet gibi kokuyorum Dimitris. Bunlar senin cennetinin kokuları.

Durmaksızın bağırıyordu genç kız. Ve ani bir hareketle makası adamın üzerine fırlattı. Makas adamın sol yanağını sıyırmıştı. Ve genç kız hızla berberden dışarı fırladı, o sırada gürültüyü duyan bir kalabalık dışarıda toplanmıştı. Adam, genç kızı hiç umursamadan bulduğu ilk temiz bezle üzerini temizlemeye başladı. Aynaya bakıyordu. Kirli bulduğu her yerini temizledi. Ve hiçbir şey olmamış gibi, berberi temizlemeye başladı. Genç kızın sesi sokağın öbür ucundan duyuluyordu. Çıktığı bir binanın tepesinden, elinde mektup dediği boş sözümona beyaz kağıtla aşağı atladı.

- Cennetine geliyorum, Dimitris. Öp beni, öp beni.
Çığlıkları, Dimitris’in temizlemekte olduğu berberin camlarından içeri girememişti. Hava da yankılanan ufak bir sesti sadece.

Kuşlar O’nu öpmek için çoktan hazırdı.

Güncelik III

- ‘ On iki..ahh..on üç ve on dört, sanırım bu da sonuncusu, evet! ‘
- ‘ Bana kalırsa sıcak havalardandır bu yaralar, canını sıkmana gerek yok. Burası? Acıyor mu?
- ‘ Hayır!’
- ‘ Peki burası?’
- ‘ Hayır! Baksana dün sana..’
- ‘ Kabuk bağlamış gibi çok mu kaşıyorsun, sabunu kafanda bırakmaman gerek!’
- ‘ Anladım hayır, bak dün yine onu görmeye gittim, ve o dün yine bana mektup yolladı. Yanında çalışan…’
- ‘ Burası kanamış, tırnaklarına bakabilir miyim?’
- ‘ Al işte yok bir şey, her neyse yanında çalışan çocuk da en az onun kadar yakışıklıymış. Gündüz gözüyle görünce fark ettim. Mektup da ne yazdığını okumak ister misin? Dur bekle. Bir müsaade et, kalkayım.’ dedi.

O sırada yavaş yavaş doğruluyordu kadın. Adamsa elindeki kirli bez parçasını ve içine doldurduğu bitleri uzun bir seyre daldı. Krem rengi bezden zar zor seçilebiliyorlardı ama birkaç tanesinin hala ölmediği barizdi. Bezi sıkıca kapattı ve kare kurtlu pencerenin dışına uzanan küçük beton parçasının üzerine bıraktı. Ve bitleri yemek için dalışa geçen serçelere göz ucuyla baktı. Tırnak altlarını kontrol edecekti ama bundan vazgeçti ve elini doğruca saçına götürdü. Kendi de kaşınmaya başlamıştı.

-‘ Bak işte sen de kaşınıyorsun. Mektup da diyor ki…’
-‘ Nadya, inan mektubun hiçbir kelimesini merak etmiyorum.’
-‘ Sevgili devuşka Nadya, zarafetiniz ve güzelliğinizi size nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum. Sizi tanrının bir armağanı olarak görmek, ve bakire Meryem kadar saf olduğunuza inanmak istiyorum. ‘
- ‘ Nadya, bunu neden yapıyorsun? Bunlar kelime Nadya, ama sen benim kalbimi kırıyorsun. ‘
- ‘ Ve böyle bitiyor. Burasını pek sevmedim ve ne demek istediğini anlamadım. ‘ sizi bekleyeceğim, Dimitris. ‘
- ‘ Kusacağım, sanırım. ‘ sözünü bitirmemişti ki midesi eline doldu.

Odayı acı bir koku sardı. Adamın karnı hala ağrıyordu ve midesi sadece ağzını kullanmamıştı. Burnunun içi de yanıyordu ve ağzının kenarıyla birlikte burnunda domates parçaları kalmıştı. Koku tekrar midesini bulandırdı ve bir kez daha avuçlarına kustu. Bu sefer ki avuçlar kendisine ait değildi. Nadya’nın parmakları ve mektubun tamamı pisliğe bulanmıştı. Adamın gözleri doldu. Nadya ise ayakta durmakta zorlanıyordu.

- ‘ Seni lanet adam. Ne yaptığına bak. Bana hiç öyle kızgınmış gibi bakma. Hemen kalk o sandalyeden ve buradan git. Ve umarım ölürsün, evet gittiğin yolda ölürsün. Ya da belki merdivenlerden düşersin. Nasıl olur? Ve bana neler hissettirdiğini anlarsın. Öl, Ivan. Çünkü beni öldürüyorsun. ‘

- ‘ Nereye gidiyorsun aptal adam. Kapı orası mı.’

- ‘ Ölmemi istiyorsun Nadya. Ve artık senin için ölmeyi denemediğimi söylemezsin. Son olarak ‘ seni bekleyeceğim, Ivan. ‘

Bitleri yiyen serçeler hiç olmadıkları kadar irkilmişti. Yanlarından düşen adamın peşine uçtular. Birkaç gaga darbesinin ardından etinin tadını beğenmediler. Ivan serçeler tarafından da sevilmemişti. Oysa ki gün be gün onları besleyen ısırdıkları o parmaklardı. Serçeler uçmaya devam etti.

Kafasını kare pencereden aşağı sarkıtan Nadya, kendi kendine söylenmeye devam ediyor. ‘Öl, Ivan! Mektubumu mahvettin.’
Temizlediği parmaklarını saçlarının arasında gezdirdi ve sehpanın üzerinde bulduğu makasla saçlarını kaşımaya başladı. Kafası kanıyordu. Ve sabaha kabuk tutacaktı.
Sandalye Günceleri, Nadya Nikolayeviç

Kum

İçinde dolup taşmayı bekleyen her türlü düşünceyle yıkayabilirsin beni. Nasıl ki yükünü taşıyamayan bulutların terk ettiği yağmurlarını kabul ediyorsam, sana da sırtımı dönmem. Sıcağın ve soğuğun ortasında, dalgaların kıyıya çarptığı o yerde, ne ıslak ne de kuru kumlar avuçlarımda.

Kum tanelerini, ıslatmayı denesen? Durur da yapışır ellerine ne dersin belki zaman. Gitmemiz kolay olur. Kimse görmez, kimse bilmez. Kafayı bozdum bu yer’den uzaklaşma işlerine. Ayaklarım değse de daha küçük bu yollar. İkimiz sığmayız. Arkamdan gel. Olur da kaybolursan, patikalarda bulamazsan yolunu, ağaçlara sürersin elini. Hansel ve Gratel gibi masal kahramanı oluveririz ama bu devirde yere ekmek döşemek zor. İyisi mi sen peşimi bırakma.

Tam bana doğru gel, ama koşarak. Sakın ağır ağır yürüme, bekleyemem. Dudakların kalabalık olmasın. Onları bir kez dahi denizlere değdirdiysen, tuzlarını silme üzerinden. Kupkuru ve yaralı hallerini bana bırak. Böylece ilk öpenin ben olduğunu anlayayım. Deniz gibi kok ki, seni eski bir liman sanmayayım.

Seni önemsediğimden her şeyi ikili sunuyorum, sen seç, seçmeyi öğren böylece büyüyebilesin. Büyüdüğünde yaşatandan çok yaşayan ol acıyı da tatlıyı da. Her şeyi tek bindirme kalbine..kalpleri kırma tatlı bitişlerinle ya da düşürme çehreleri acı gülüşlerinle, tezatlık da olmasın, o şekilde gel bana.

En korktuğumu senden istiyormuşum gibi görünebilir. Değiş der gibi sana. Değişmeni değil daha güzeli istiyorum. Çünkü öyle yüksekten bakıyorum ki her yeri görüyorum, zamanı avuçlarıma versen elimin tersiyle iterim. İtiraf ediyorum, ben burada kalmak istiyorum, burası neresi?

Güncelik II

‘ Ağzını kapa!’ dedi sabahtan beri kurduğu ilk cümle bu olmuştu. Gözlerimi iyiden iyiye kısarak bir bakış attım. ‘ Neden? ‘ dedim, aslında pek merak etmiyordum. ‘ Şeytan ruhunu çalar ‘ diyerek kestirip attı. Sanırım bir daha esnerken ağzımı açmayacaktım. İnsan bu kireç boyalı odada korkacak bir şey arıyor. Ve bende korkacak bir şey bulduğum için sevinmiştim. Korkumla vakit geçirecek ve günlerin daha çabuk ilerlemesini bekleyecektim. Bir takvim ve birkaç pudra güneş olsaydı sırtımda, bunu daha kolay anlayabilirdim.

‘ Peki ‘ dedim konuşurken zorlandığım açıktı, beş gündür uyumuyordum, uyuyamıyordum. Ama uyumadığım için kimse bana uykusuz diyemezdi. Ne enerjiden düşmüştüm, ne de konuşurken harfleri birbirine karıştırıyordum. Ama söylemeliyim ki vücudum beni çoktan ele vermişti. Göz kapaklarım indirilmeye muhtaç kepenkler gibi birbirine yakın durmaya çabalıyor, ben ise aralarında çuvaldız varmış gibi onları birbirinden ayırıyordum. Heyecanlıydım. Heyecanlı olmam gerekiyordu. Heyecanlı olmasam sandalyenin altından kaydığımı hissetmezdim.

Mavi tişörtlü adam halen karşımda durmuş elindeki havluyla odanın içindeki sinekleri kovalıyordu. Kireç rengi boyalar ölen sineklerin kanlarıyla oluşmuş şekillere gebe kalmıştı. Desen pek hoş görünmese de orada ölmeye yakın kişilerin yalnızca biz olmadığımızı bilmek içimi az da olsa rahatlattı. Şak diye bir ses duyuldu tekrarından ensemde bir acı. Mavi tişörtlü adam havluyu enseme şaplatmıştı. Bakışlarından orada bir sinek olduğunu iddia ettiğine yemin edebilirim. Zaten elimi enseme atınca parmaklarıma gelen kan bunun gerçek olduğuna beni inandırdı. Neden yaptığımı şimdi hatırlayamıyorum ama parmağım ucundaki kanı ağzıma götürdüm. Ve bana mı yoksa adama mı ait olup olmadığını tahmin etmeye çalıştım. Tadı yoktu, tadı kireçliydi ve tuzluydu. Terim içine karışmış olmalı. Ama rengi kahverengi denebilecek kadar kırmızıydı. Kesin bu mavi tişörtlü adama aitti. Cüzamlı derisinden anca böyle bir kan boşanırdı.

*

Hala nasıl bu adamla aynı odada uyumaya çalıştığıma inanamıyorum. Saat yedi buçuk olmasına rağmen, kararmadı. Bu adamın her seferinde başı yastığa varmadan nasıl uyuduğunu anlamaya çalışıyorum. Bir haftadır odadaki sineklerin sebebinin o olduğunu düşünüyorum. Derisi köpek ölüleri kadar pis ve kötü kokuyor. Burnumun ucunun yara olduğuna yemin edebilirim. Bu kokudan bıktım.

*

Ayağa kalkıp biraz dolaşmaya karar verdim. Üç adım öne, ve dört adım geriye gidebiliyorum en fazla. Adamın horultusu bütün kulaklarımı kapladı. Ona bakmamaya ve onu düşünmemeye çalıştıkça, ağzının içine giren sineklerden biri benmişim gibi hissediyorum. Acaba her hangi bir kadın O’nu öpmüş müdür? Bundan bana ne. Ama ben O’na dokunamam bile. Hep insanları aşağıladığım için bunlar oluyor. Saat dokuz buçuk ve uyurken bile o havluyu nasıl salladığını aklım almıyor. Artık düşünemiyorum sanırım.

*

Ve kapımız sonunda açıldı. Kireç rengi oda da düşündüğümden de fazla sinek lekesi varmış. Etrafı net göremiyorum. Ama zaten görecek pek de bir şey yok. Bu adam kolumu bu kadar sıkmasa eminim daha hızlı yürüyebilirdim. Yüzüne bakmaya korkuyorum. İnsanların yüzüne de bakmaya korkarım. Hala heyecanlıyım ve hala yürüyoruz ve hala kolum acıyor. Botları ne kadar da temiz, başımı kaldırıp baksam sinek kaydı traşını göreceğime eminim. Of, bana sinek demeyin.

Ve gece, ve yıldızlar. Göremediğim için orada olduklarını düşünmüyordum. Bu uğultuyu duymazlıktan gelirsem çok daha sevimli görünebilirim. Ve belki de iyi bir avukat vardır çevrede. Ne kadar yakışıklı olduğumu söyleyip duran kızlar da orada. En yapmacık gülüşümü savuruyorum. Ama aynı uğultu var. Aralarında Raskolnikov’u gördüğüme yemin edebilirim. Hepsi senin yüzünden diye bağırmak istedim.

Başımı öyle tutmasaydılar eminim bağırırdım ve kesinlikle daha yakışıklı görünürdüm. Boynumu sıkmasanız? Arzum yok ve tek dileğim de. Evet bu benim kanım. Ağzıma gelen de, uğultunun sahiplerinin gördükleri de. Ve bu sinekler zevklerini biliyorlar. Mavi tişörtlü adamın sineklerinden bile daha çok sinek geldi. Hepsi de karnını doyurup gidecek. Uğultu da gidiyor zaten.

Saat on bir buçuk, ve adam hala uyuyor. Kireçli duvar hala pis ve ben artık uyuyabileceğim.

Sandalye Günceleri, Koğuş

Güncelik

Duyduklarını sevdiklerinden kimse dilini kesmedi. O konuşuyordu. Dinleyenler dudaklarını inceltmiş bıyık altı gülerken, maruz kalan nefer kızarmış bir halde söylenenleri reddediyordu. Adamın anlattıkları hoş değildi, farkındaydı, ama bunları dile getirmemesi onların var olmadığı anlamına gelmiyordu. Öyle ki kendine hakim olmadan konuşmaya devam etti:

‘ Çocuk, buradakiler eminim bana gülmeye gelmişlerdir. Ama ben onlara çoktan güldüm. Beni gülerken kimse görmediğinden, bana inanmazlar ama şimdi herkes sana gülecek. Bu yüzden kimselere anlatmak zorunda değilsin. Ben bunların hiçbirini anlayamıyorum o da ayrı ya, hadi neyse! Bunlar var ya, bu başkaları, dille kulak arasındaki yolu çok iyi bilirler. Birinin ağzından bir laf düşmesin hemen kapar kulakları. Bunlar en çok neyi sever bilirsin, dedikodu. Böyle nasıl da basit genelledim sana değil mi? Ama hemen arkandaki kişinin nasıl da saçına dikkatlice baktığını bilmek isteyeceğine eminim. Bu şekilde söylersem, hiç de ilgi çekmez. Ben de hakaret etmeye karar verdim. Yalnız kalmayı pek göze alamıyorum çocuk. Alamayan kişileri de hemen anlarım. Mesela hep sivrilmeye çalışırlar. Yeni bir başkası görmesinler bak o zaman sana sahipliğinden emin olduğu için nasıl da güldürüyor seni diğerlerine. Komik cümleler kullanmak güzeldir, ben de biliyorum ama hadi söyle ne zaman ki sana şaka yaptığım da gerçekten içten güldün? Bak anlamıyorsun, kahroldun demiyorum, üzülüyorsun. Göbekli olduğunu söylediğim de böyle bakmıştın. Şaş bakıyorsun diye seni yargılayamam ama sana gülmekten kendimi alamıyorum. Senin de bana zaman zaman şaka yaptığını biliyorum. Zaten her hoşuma gitmeyen şakanda daha da fazla hakaret ediyorum sana. Altında yatan anlamları aramak için insanların uğraşacağını düşünmüyorum. Öyle ki direkt sana hakaret ediyorum. Uyurken, en azından bir kere midene o ağrıları saplamak hoşuma gidiyor. Neden öyle dediğimi merak etmen ve gerçekten o şekilde olup olmadığını düşünmek için çabalaman. Değişik bir şeysin sen, çocuk. Utanıp soramıyorsun bir başkasına. Başkalarını sevmediğini söyleme. Neden böyle göründüğünü biliyorum. En güzel halinde olduğunu sanıyorsun ya, bir de en güzel yaşında, öylesin zaten. Aramızdaki mesafeleri dert ettiğimi de nerden çıkardın? Beni çok yanlış anlamışsın, çocuk. Bak bu adamlara nasıl da pür dikkat dinliyorlar. Halen nasıl da sana kötü bir söz söylemediğimi anlamaya çalışıyorlar. Onlara vereceğim mutluluğu arıyorum şu anda. Sana ne söylesem üzülürsün ki? Ne yakar canını? ‘
Kollarından tutup adamın canını yakmaya çalıştılar, boş konuşuyordu. Güncelik bir ağızla herkes sıkıldı adamdan. ‘ Bu soytarı çok kötü ağabey’ dediler.
Sandalye Günceleri, Kahvehane

Tüvan

Doğumla başlar kelimeler ve yağmur için beklenirler. Islanırlar ve susarlar. Bugün kelimeler susuyor, ne fırtına ne de çöller ağlatamaz kelimeleri. Tek yaptığı şey susmak oluyor Tüvan’ın, adına aykırı olarak bugün güçsüz hissediyor. Ama körpe ve kırgın asla değil. Büyüyor git gide ama henüz hayatında on yedi kere sene görmüş. Neden gözlerini kapadığını bilmiyor ya da parmaklarının neden kanadığını. Ama kulakları hala duyuyor. ‘ Tüvan ..’ diyor bir ses devamı olan bir cümleye başlıyor. Susmamak üzere konuşuyor. Ve anlatıyor ki bu çocuk ilk günden…

İlk günden aklı uzaklarda doğdu. Aklı yerine hali vakti yerindeydi. Önce fark etmediler. Ki etseler bile nafile, yaz çoktan kışa gelin gidiyordu. Temmuz da doğmuş, soğuktan donmuş ve kasabadan köye dönmüş olmasına rağmen, kimse eğilip alnından öpmedi. O gün hiçbir bedenle kavuşmadığından halini de vaktini de istemedi. Tabii, bunları içinden söyledi. Duyan duydu oysaki. Bir tek parmakları kaldı sağ salim, bir de ona bakan kadın.

Kadın dediysek ellisini bitireli bir on sene olmuş. Bakışları kayık ve yayvan olduğundan mıdır bilinmez bu çocuğu alıp avuçlarına koymuş. Büyütmüş.

İş vermiş çocuğun eline. Süpürge işçiliği. Her sabah sırtında süpürgeciler hanına taşırmış Tüvan’ı. Kahverengi minderlere oturtup çocuğu, bırakıp gidermiş. Aklı, Tüvan da kalır, Tüvan handa. Önce tarladan gelen telleri uygun uzunlukta keser, tohumlar ve yapraklarını bir güzel ayıklarmış. Sonra dört beş tel ile ayakcak yapar, mengenenin o meşhur yardımıyla süpürgeyi hayata bağlarmış.

Teller , tellere dolanır bir daha ayrılamazken, Tüvan her bir dokunuşuna bir lanet bindirirmiş. Önce parmaklarını yüzüne sürer sonra ucunu ısırırmış. Kanayan parmağını süpürgeye sürer lanet üstüne lanet okurmuş. Tabii, bunları içinden söylermiş. Ama bilmez ki duyan duymuş oysaki. Hal böyle olunca ömründen yirmi beş sene gitmiş.
Kadın hana gelir, çocuğu götürürken eve, yüzü gözü yara olan bu neferi fark edemezmiş. Gözleri sustuğundan çocuk konuşmazsa hiçbir şey göremezmiş.

Akşam, yemekler yumuşak masa örtüsünün üzerinde dolanırken, kadının elleri çocuğun parmakları ile çarpışmış. Bir hüzün bir kıyım almış başını gitmiş ellerini tepe tepe. ‘ Tüvan..’ diye bir ses devamı olan bir cümleye başlamış. ‘ teller parmaklarını sevmemiş anlaşılan, evlat seni yumuşak kumaşlarla uğraştıralım’ demiş. Masada duran son ekmeği hızlıca çiğnerken, Tüvan yalnızca iki kere öksürmüş.

Diğer gün iş vermiş çocuğun eline. Terzilik. Her sabah sırtında terziciler hanına taşımış Tüvanı. Kahverengi sandalyeye oturtup çocuğu, bırakıp gitmiş. Aklı, Tüvan da kalmış, Tüvan handa. Önce Nevdiyar’dan gelen kumaşları uygun uzunlukta keser, ayrı renklileri ve aynı kalitede olanları bir güzel ayıklarmış. Sonra dört beş kumaş parçasını giydireceği bedenin üzerinde gezdirir ama bunları yaparken ayağa kalkmazmış. Öyle herkese de bir şeyler dikmez, makaslarını konuşturmazmış. Köyün en güzel kızına en güzel entariyi dikerken, sevdiceği oğlana iğne iğne lanet okurmuş.

Kumaşlar kumaşları katlarken, Tüvan her bir makas aralığına bir lanet bindirirmiş. Bu sefer hem kendine hem oğlana . Ve yine önce parmaklarını yüzüne sürer sonra ucunu ısırırmış. Kanayan parmağını entarilerin yüreklere denk gelen yerine sürer lanet üstüne lanet okurmuş. Tabii, bunları içinden söylermiş. Ama bilmez ki duyan duymuş oysaki. Hal böyle olunca ömründen bir yirmi beş sene daha gitmiş.

Akşam, yemekler yumuşak masa örtüsünün üzerinde dolanırken, Kadının elleri çocuğun parmakları ile çarpışmış. Bir hüzün bir kıyım almış başını gitmiş ellerini tepe tepe. ‘ Tüvan..’ diye bir ses devamı olan bir cümleye başlamış. ‘ parmakların kumaşları sevmemiş anlaşılan, evlat seni şekle sokacağın tahtalarla uğraştıralım’ demiş. Masada duran son ekmeği hızlıca çiğnerken, Tüvan yalnızca iki kere öksürmüş.

Sonraki gün iş vermiş çocuğun eline. Marangozculuk. Her sabah sırtında marangozcular hanına taşımış Tüvan’ı. Kahverengi tabureye oturtup çocuğu, bırakıp gitmiş. Aklı, Tüvan da kalmış, Tüvan handa. Önce ormandan gelen tahtaları uygun uzunlukta keser, ayrı kalınlıkta ve aynı kurulukta olanları bir güzel ayıklarmış. Sonra dört beş odun parçasını irice doğrar birbirine yapıştırırmış, ama bunları yaparken ayağa kalkmazmış. Öyle her eve de bir kapı kesmez, testeresini sallamazmış. Köyün en asil ve en güzel kızlarının evlerine en ihtişamlı kapıları doğrarken, bıçak bıçak açıkta kalan öksüzler için lanet okurmuş.

Tahtalar tahtalarla birleşirken, Tüvan her bir kıymık aralığına bir lanet bindirmiş. Bu sefere hem kendine hem oğlana hem de O’nu duyan kulaklara. Ve yine önce parmaklarını yüzüne sürer sonra ucunu ısırırmış. Kanayan parmağını kapılarda zihinlerin denk geleceği yere sürer lanet üstüne lanet okurmuş. Tabii, bunları içinden söylermiş. Ama bilmez ki duyan duymuş oysaki. Hal böyle olunca ömründen ömür gitmiş.

Süpürgeler sokakları, entariler hatunların çirkinliklerini temizlerken, Tüvan köyün her güzel yüreğinde ve sokağında hiç durmadan dolaşırmış. Bütün kapılar Tüvan’a açılır, hepsi Tüvan’a kapanırmış. Kimse bir kez bile O’nu görmese de herkes hayatından geçermiş. Hem sessiz sedasız hem de hali vakti yerinde.

Nacizane akşam, yemekler yumuşak masa örtüsünün üzerinde dolanırken Tüvan’ın en çok gücüne giden, kadının önceki akşamlarda yanında oturan nefesin sesini hatırlamamasıymış.
Ama bunların hiçbirini kimse bilmiyormuş, bilselermiş, anlatırlarmış. Öyle diyorlarmış.

Şiirdeyazdediler: Onlar.


Onlar,

Biz biterken geliyorlardı
Gülüyorlar ve önemsediklerini anlatıyorlardı

Kuralları dereboyu balçık yatağı
Renkleri eşsiz, griden siyaha
Her biri zümrüt, her biri tek

Kim, dediler, kimler baş kaldırır
Köleliktir sonu, geniş ağızların
Büyük düşünceler baş ağrıtır

Bakın, dediler, boşluğa bakın
Karanlık sizi üzmeyen tek görüntüdür
Sessizlik ise en güzel alıntı

İşitmeyin, izlemeyin
Gizlemeyin, İzlenmeyin

Onlar, her şeyi biliyorlardı
Bildiklerini doğuruyorlar
Tohumlarımızı yakıyorlardı

Ağaçları koparın, diye bağırdılar
kökleri pis kokar
Çiçekleri kalsın, onlar da çabucak solar
Boş araziler yaraşır, uyuyun
Uyku, ölümü gizler, dostlar

Onlar, geliyorlardı
Gülüyorlar ve önemsediklerini anlatıyorlardı

Toprak kül koktu, ilk defa yanıyordu
Gelen ilk oktu, derimizi deliyordu

Onlar, gülüyordu.

Şiirdeyazdediler: Göçebe


Çizgilerin yolunu şaşırmış gibi
Önüne boşaldı sarkık göğüslerinin
Atıkları tıkanmış,yüz vermez olmuş
Yolları her birinin, narin ve derin

Döküldü acıları kavanozlardan çukurlara
Dövüldü sırtları tek tek
Belki masa, belki kapı ağzında bilerek

'Vur!' dedi delikanlı yürek
Vur derdini ağıtlara
Erkek istemese yok gerek
Ne Güneş'e ne Ay'a

Boğulduğun denizler bundan ibaret
Geçemezsin yaya
Kirli duvarları dikerler önüne
Sanırsın, yıkar gözyaşların
ağlaya ağlaya

Siz kızoğlankızların
çizgileri dolaşırken yüzünü
Asırlara varmadan biter
her gün doğan acıları, hüzünü

Ey! bağışlanmayacak ruhlar
Çıkarın üstünüzü
Günah ayıbınızı örtecek
Bu son, bu göçebe hece de
büstünüzü dikecek.

Şiirdeyazdediler: Maktül


Benim için üzül
Ve soyunu düşünmekten vazgeç
Doğacak çocuklarının bütün adlarını bana ver
Kucağına yatır beni ve tenimi ayır bedenimden
Pare pare dağılsın derim hava da
Tek nefesle burnundan gireyim içeri
Kanına doldur beni,
İntiharı düşündüğünde
Bileklerini kesmekten vazgeç


Benim için ağla
Ve tel tel saçlarını kopar
Kargalara bahşet kulaklarını
Duyduğun son ses: benim
Koku mu resmet parmaklarınla
Burnunu koparıp, parmaklarını kes
Uzun uzun bak ve gözlerini dağıt kuşlara
Gördüğün son yüz: benim
Köpük köpük dalgalara bırak dişlerini
Yalnızca dudakların kalsın
Islak ağzından geri
Bildiğin son söz: benim

Aşk-ve-Peçe

Kervansaraylar için okunan fermanların altındaki bir çift dudak iziyle başlayacaktı yolculuklar, hanlar ve hancılar için aynı zamanda. Her odasında ayrı bir hikaye, meyhanelerinde dolup boşalan şaraplar doyuracaktı bedduaları. Çoklu yalnızlıklara mal olmuş sandalyeler ve üzerine söylene söylene dilinde tüy bitmiş türkülerin gebe kaldığı masa örtüleri. Örtüler yalnızca masaları süslemeyecekti, pencereler ve kapı aralarına asılmış perdeler ışığı kesecekti. Loş ortam, gözlere ışığı dolduramadan, hançerlere sıra gelmeden idam edilecekti kalpler, peçelerin arkasında gözler tarafından.

Bedenen içeride olamayan kadın, siluetini yollayacaktı meyhane masalarına, her bir erkek içinde bir kadınla, içine kadını doldurarak boş bir bardakla girecekti perdeleri aşıp kapıdan içeri. Ne kadar erkek varsa o kadar da kadın ikamet edecekti masalarda. Bu görünen yüzü olacaktı madalyonun, ta ki Hancı perdeleri sonuna kadar indirip, gaz lambalarıyla süsleyene kadar duvarları. Kapılar açılacaktı aynı anda, altı kapıdan beşi boş ama müziklerle, biri dolu aşk-ve-peçe ile girecekti içeri. Ritim dağıtacaktı yürekleri, teften ayrılan her bir vuruşla. Ziller akılla mantığın arasına girecek, yaylılar tek tek önceki kadınları boğazlarından tellere asacak, figürler yeni bedenlerin ruhu olacaktı. Hancının izniyle, gaflet içindeki yolcular ki bunlar kendi aşkları ve peçelerle aşkı dağıtan kadın arasında seçim yapamayacak kadar aciz olanlardı, birer birer masalarına davet edecekti gözlerine vuruldukları kadını, düşlerinin büyüklüğü ve inançları kadar liralar sayacakları masaya, eğer suları bulanık ve avuçları terli değilse.

Duvardan kaptığı gibi ışıkları gözlerinin ötesini aydınlatamayan bir gaz lambasını, kanatları kesik olduğu halde uçan bir melek gibi masaya yaklaştı peçeleriyle hayat bulan kadın. Kime yaklaşsa, kime çevirse gözlerini cenin gibi hissediyordu o canlı, hayatta tek duyduğu ses anne karnındaki kalp atışları olan aylık bebekler gibi yalnızlık ve korkunun tanımını üzerine çekiyordu. Kime yaklaşsa, kime çevirse gözlerini cenin gibi hissediyordu o canlı, şu hayatı gözden çıkarıp türlü çılgınlığa yol verecek bir deli oluveriyordu. Zihinle-akıl kalple-yürek ayrı düşüyordu o vakit.

Şarabın kırmızılığının esir aldığı dudaklara eğildi. Peçesi havalındı kadının, erkeğin ihtirasa meydan okuyan nefesinin rüzgarıyla. Gözlerini ayırmadan gözlerinden çiviler çaka çaka gözbebeklerine, ellerini kaldırdı tüyleri eksik kanat misali. Ve erkeğin açık tek bir perdesi kalmadı, meyhanede başlayan yolculuk düşler alemindeydi. Rüyasında gördüklerini izledi kadın. Uzun uzun adamın kulağına fısıldadı. Uzun uzun izledi meyhanedeki yolcular. Uzun uzun düşündü Hancı. Ne kadar da uzun sürmüştü bu rüya.

‘ Özlem, senin derdin adam!’ dedi peçeli kadın, liraları ardı arkası kesilmeden bir hızla ceplerine doldururken. Büyülü bir sesti bu, düşlerde kimden geldiği anlaşılmayan sesler gibi. Raks etmeye devam etti şarabı bardaktan boşalırken. Hancı uzaktan gülümsedi, gözler küçüldü cevaben ardında peçelerin.

Başka bir masaya raksa koştu kadın. Yine eğildi, yine perdeler gitti. ‘ Özlem, senin derdin adam!’ dedi peçeli kadın, liraları ardı arkası kesilmeden bir hızla ceplerine doldururken Bir el uzandı, tüyleri tam bir el. Peçeyi indirmeye çalışan bir el. Çok uzun süre hava da duramayan bir el. Uzandığı yerde kalan bir el. Perdeleri yaktı kadın. Alev alev oldu adam. Fazla yaklaşmıştı. Fazla içerdeydi. Hancı uzaktan gülümsedi. Lambaları söndürdü, altının altısı da aynı anda kapandı. Bu gece bir kurban etmişlerdi tutkuya.

Kötü bir aşktı bu. Her erkeğe aynı cevap. Görmedikleri bir suratın özlemiyle yanıp tutuşan pervaneler gibi ateşe yaklaşıyordu, şarabın sarhoş ettikleri. Kötü bir aşktı bu, özlemi de yakınlığı da içinde.

Hancı gülümsedi, ve hep beraber raksa durdu perdeler. Havalandıkça, havalandılar. Lambalarla bitiştiler. Öyle bir tutuştular ki, handa hancı da yanıp kül oldu.

Aşk, peçenin ardından başka bir ruha beden oldu….

Nem

Rutubet şehrin aynalarında boy gösteriyordu. Camlar buğulanmış ve parmakların çizdiği çizgilerin arasından turuncu ışıklar savruluyordu odanın içlerine. Tek kanadı ile uçmaya çalışan guguklu saat yirmi biri vururken, enlemesine bir çizgi daha çiziyordu saçları kumral beyaz tenli çocuk. Vakit kaybetmeden bir turuncu ışık daha belirdi odanın içinde. Bu sefer kapıdan giren orta yaşlı kadının suratını dağıtıyordu. Gözlerini kıstı kadın, saçları olduğundan açık görünüyordu. Oysaki üç gündür düz saçlarının hiçbir teli hamam yüzü görmemişti. Ceviz ağacından oyulmuş topal topal açılan kapının sesine irkildi çocuk. Parmağını camdan çekip sesin kaynağına yöneldi, gülümsedi. Annesini her gördüğünde içinden kaçıyordu gülümsemeler. Ruhunu tutup çekseler ayağı takılıp düşebilirdi ama O’nu uzaktan izleyen annesine dizleri kanarken bile illa ki gülümseyecekti.

İçeri girmek için açtığı kapıyı kapatıyordu kadın, elleri soğuk kapı koluyla buluşunca içi ürperdi. Oysaki geldiği oda daha sıcaktı. Ellerini kapı kolundan çekince anladı ki ürperti ayak parmaklarından bedenine kavuşmuş. Ilık sular birikmişti odanın tabanına, yarım parmak uzunluğundaydı derinliği. Çorapları ıslandı kadının, yürümeye devam etti. Vazgeçemezdi.

Camdan odaya bir gıcırtı armağan edildi ve hemen ardından bir demet turuncu ışık. Yere bir damla düştü saçları kumral beyaz tenli çocuğun ağzından. Yün hırkasını kavuşturdu önüne, hırkasının rengi deniz mavisiydi ve onca karanlıkta seçilebiliyordu. Düğmeleri gül ağacındandı. Ama eli kesmeyen cinsten. Düğmeleriyle oynuyordu çocuk, kadın ayaklarını yerde biriken ılık suda gezdirirken.

Önce çoraplarını çıkarmıştı. Ayağına yapıştı balıklar. Etrafında küçük deniz atları da cabası. Yüze yüze oğluna varacaktı ama sıkça hapşıran guguklu saat yarattığı küçük dalgalarla kadının hızını kesiyordu. Fistanının ceplerine elini daldırdı vakit kaybetmeden, biriken borçların yazıldığı bir kağıt buldu. Dörde katlanmıştı kağıt ve etrafında sarı lekeler vardı. Eline aldığı gibi kağıdı çabucak bir gemi yaptı. Sol cebindeki kalemi ise küreğiydi.

Dört beş savuruşta küreğini oğlunun yanına vardı. Endamı gözlerinden okunan genç solgun bakışları ve keyifsiz dudaklarıyla öylece uzanmıştı. Ellerini göğsünde birleştirmiş, ceketinin düğmeleriyle oynuyordu. ‘ Evlat…’ dedi kadın huzurlu çıkıyordu sesi. Çocuğun başını çevirip bakmasıyla, kadının omzuna kapanması bir oldu. Tam altı gün ağladı çocuk. Odada su omuz hizasına gelmişti ve balıklar saçlarını yemeye başlamıştı durulamayan bu neferlerin.

Bir Cuma sabahı daha güneş kuşlara bile görünmeden odanın cevizden oyma kapısı bir homurtuyla açıldı. Sular kapının altında duran merdivenden akıp giderken, kel kalan kadın ve saçları yerinde duran evlat aynı anda dönüp kapıdan girene baktılar.

Endamı hürriyetinde olan yaşlı bir kadın, kafasında tülbenti üzerinde çiçek desenli fistanı ve ayağına, çift çorabının altına giydiği yünlü patiği ile onlara baktı. Zayıflamışlardı ancak halen dinç görünüyorlardı. Yaşlı kadın kudretli sesiyle onları çağırdı ve adımlarını kesmeden hızlı hızlı aşağı indiler.

Sıcak sular çeşmenin ağzından kovalara dökülürken, yeşil arap sabunu, sabun bezinin üzerinde geziniyordu. Üç ev boyunda köpürmüş ve gözlere yanaşmadan edemeyen bir edayla Yaşlı Kadının bakışlarına bir bulanıklık getirmişti. Baştan aşağı kolları, sırtı, ayakları, tırnak altları, boynu ve göz kapakları yıkandı sabunlu suyla.

Saçları ışıl ışıl parlıyordu o vakit. Tarak arasından kaymak gibi süzülüyor ve hatta mis kokuları taşıyordu üzerinde. Derisinin yeterince ısındığına kanaat getiren Yaşlı kadın berber efendiye seslendi. Banyonun yankılı atmosferinden sıyrılan ses berberin kulaklarına ulaşana kadar tam üç dakika geçmişti. Üç dakikanın sonunda banyo kapısı açıldı ve uzuvları peştamalla kapanmış bir erkek içeri girdi. Saçları kumral beyaz tenli çocuğun arkasında durdu, kel kadın dışarı çıktı. Ağlamaya başlayacaktı ama orası ne yeri ne zamanıydı. Yaşlı kadın bir göz hareketiyle kapıları üzerine kapattı dışarıda kalanların.

Önce besmele çektiler, ardından Fatiha okudular, ardından bir Ayet-el Kürs-i ile makasları saçlarında gezdirdiler çocuğun. Tel tel yerlere döküldü balıkların yemediği saçlar. Usul usul aktılar biriken suyun üzerinde. Tel tel kendinden geçti çocuk, ve usul usul kendine geldi.

Sular kuruyana kadar hamamın mermerlerinde, içeri de nargile tüttürüyordu yaşlı kadın. Şalı boynunda fistanına ucun ucun dokunuyor, dumanlar hava da narin narin bel kıvırıyordu. Sipsiye değdirdi dudaklarını. Kırışık, buruşmuş ve yayıktı, eskiden dolgun dolgun mavi boncuk dağıtan dudaklar. ‘ Sıhhatler olsun, evlat!’ dedi genzine kaçan katran sesini boğuklaştırmıştı.

Havlulara sarınmış oğlan başını iki yana sallayarak teşekkür etti. Saçsız çocuk ve orta yaşlı kadın yürüyordu ki merdivenler kesti önünü, saçsız çocuk ve orta yaşlı kadın yürüyordu ki sorular çevirdi yönünü, saçsız çocuk ve orta yaşlı kadın yürüyordu ki soğuk hava kesti sözünü. Gelen uykuyu kaçırmaya çalışıyordu. İlla ki kendinden emin ve soğuktu. Göz kapaklarını elledi, ve beş parmağının beşiyle birden ayırdı. Göz bebekleri çoktan küçülmüştü. Göğsünden içeri girip, boğazını yaralayacak kadar öksürttü oğlanı. Göz bebekleri çoktan kararmıştı. Ayak parmaklarından, şah damarına kadar içinde dolaştı çocuğun, tir tir titretti ama nafile. Göz kapakları çoktan kapanmıştı.

Öyle bir zamandı ki soğuğun gelip buluştuğu, ayrılıkları baştan belliydi, bedenin ve bilincin. Bilinç içini rutubetli hamam da eritmiş, devamını tevekkül etmişti.

Uyudu çocuk. Hücreleri yastığı tanımıştı. Uyudu çocuk. Bilinci yorgana sarılıp pes etmişti.

Uyandı çocuk. Rüyasında hiç uyumadığını anlattı.

Bahçe

Alp’lerden kaçırılan kayalar ile Nil’in azgın vakitlerinden döllenen arsız suları bir araya getirdi fıskiye. Alp’in kayaları çirkin suratlı bir kadına oyulmuştu, çıplak bedeni, paluze cildiyle elleri iki yana gökyüzü krallığına yalvarıyordu. Nil’in suları döngünün ortasında ağzından çıkıp, bacaklarından yerlere dökülüyordu. Bu sular öncesinde fıskiyenin yer altındaki kaynağına doldurulmuştu. Yosun tutan parmakları ara ara kurbağalardan tiksinse de, havzasında biriken nilüferler kurbağaları güzel gösteriyordu. Güneş yeşile çalan renklerini, oynak bir sarıya devşiriyordu.

Yaz kış durmaksızın akan sular, heykelin ağzını aşındırmış kırılmaya yüz tutmuş bir görüntüye sebebiyet vermişti. Ama o dudaklara kimse dokunmadığından oldukları yerde duruyorlardı. Yalnızca sol elinin serçe parmağı ayrılmıştı heykelden, üzerinde büyüyen ağaç ödünç almıştı parmağını. Geri verme gibi bir niyeti yoktu. Hayat kimseyi aldıklarından sorumlu tutmuyordu. Büyük zeytin ağacı yeterince sorumsuz hissetti. Köklerini beslediği toprağa, köklerinden ayrı düşürdüğü parmağını karıştırdı.

Saat on dördü vuruyordu. Gün doğumundan dokuz sonrasına tekabül ediyordu bu vakit. Gölgelerin bedenleri bir saatliğine de olsa da terk ettiği zamanlar. Zeytin ağaçlarının uyuduğu, suların buharlaşmalara karşı koyduğu, karıncaların örümcekleri yediği zamanlar. Tanıkların, tanıdıkları nesnelerden çok kendilerine döndükleri zamanlar. Öyle ki sırça köşkün bahçesi sessizliği her zamanki gibi ödünç almıştı. Dillere okunamayan harfler veriliyor, pencerelere perdeler yakıştırılıyordu. Bahçe yalnız kalıp, yalnız düşünüyordu, otlar büyümeye, sular akmaya doyamazken…

Gölgeler kaçıp, ağaçlar uyurken bin yüz kanat darbesinin ardından fıskiyenin havzasına kondu lacivert gözlü karga. O gün rüzgar eşlik ettiğinden, elli kanat çabuk gelmişti. Her zamanki yerinde, heykelin gözlerinin bakamadığı tek yerde duruyordu. Gölgeler ayrıldığından herkes birbirinden bihaber duruyordu. Adil olmayan bir anlaşmaydı bu. Lacivert gözlü karga sonuna kadar ne gördüğünü biliyordu. Tutsak heykel ise, verilenle yetinen umarsız bir neferdi. Karga, aldırış etmeden ayaklarını Nil’in sularına değdirip, gagasını göletinde yıkadı. Bir ses değdi gagasından sulara, masmavi su boyanmaya başladı. Üzerinde batmadan duran bir yürek ve etrafına dağılan ahmer kanlar, Güneş’in sarı ışıklarını dahi geri çeviriyordu. Bahçenin güney yakasından kopardığı yüreği, tam ortadaki kadına sunuyordu. Karga, işgalci ve kırdığı dallardan sorumsuz, gerim gerildi.

Yürek sulara değer değmez, heykelin suları daha hızlı akmaya başladı, fıskiye daha coşkun ve gürültülüydü. Havzasına dağılan yabancı hisleri anlamıştı. Bu yabancı, tanışılmamış biri değildi. Tanıdığı ama tanışamadığı bir yabancıydı. Yine de fark ettirmedi. Aralarında söz olmasını istemiyordu. Sular, dalgalara, dalgalar melodilere döndü. Küçük havza da serin nağmeler dağılıyordu. Ona ithafen çirkin sesini ritme uydurdu karga, fazla vakitleri yoktu. Her ikisi de bunu biliyordu. Ama olabildiğince çok duymalıydılar birbirlerinin seslerini. İçlerinde olanı bileni anlatmalıydılar. Aynı anda konuşup, aynı anda dinlemeliydiler. Bu sefer kimin hikayesi bilmiyorlardı. Ama bu kalp uzun süre kanamış ve bütün havzayı boyamıştı. Anlatacakları çok, dinledikleri az gibi bir hali vardı. Bu kalp batmamakta ısrarlı ve tükenmemekte kararlıydı.

Bahçenin çakıldan bozma yolları kelebeklerin ayak seslerini bile bahçeye salıyordu. Öyle ki ta kuzey kapısından gölgesini çok seneler önce geri de bırakmış yaşlı bir adamın ayak seslerini kulaklara çalıyordu. Üç ayağı vardı bu adamın, en çok gürültü çıkaranı ise ceviz ağacından oyulmuş sağ eline yakışan tahta ayağıydı. Üç adım atar, dördüncüyü onunla tamamlardı. Yaşıtlarına göre çevik sayılırdı. Öyle olmasa her vakit kargayı tüylerinden ayırmazdı.

Heykelin lanetine, sular fısıltılardan gürültülere, çakıllar sert yollardan kül patikalara çevrilirdi. Ağaçlar uyurken daha içli horlar, karıncılar örümcekleri daha sesli öldürürlerdi.

Yaşlı adam, üçüncü ayağını heykele yasladı, tek eliyle nağmeler koparan kargayı yakaladı. Diğer eliyle göğsünün sol tarafını tutuyordu.
Heykelin suları kesildi.
Öyle durgunlaştı ki, kurbağaların kulaçlarının şıpırtısı duyulmaktaydı.
Göğsü halen kanıyordu.
Öyle kanıyordu ki bembeyaz elleri kırmızıdan görünmez oluyordu.

Karıncalar, gülmeye başladı. Ağaçlar da uykuya veda etti.

Lacivert gözlü kargayı tuttuğu gibi kendine çevirdi adam. Ellerini yumuşacık kanatlarının arasında gezdirdi. Sağdan sola, yukarıdan aşağı. Aradığı tüyü bulduğundan, acımadan koparıp attı. Hemen şimdi uçmaya başlarsa, en fazla dört yüz metre gidebileceğini söyledi. Bir daha uğramaması için uyardı. Ve tüyünün uzaması için buradan uzak durması için de ekledi.

Lacivert gözlü karga, kanatlarına baktı. Baktı ama göremedi. Gözleri gözlerine dayanan adama baktı. Baktı ama O’nu da göremedi. Zaten göremediği heykele döndü. Seslendi. Karşılık alamadı. Sevdiğinin gitmiş olabileceğini düşündü. Rüzgara seslendi. Ve gökyüzü krallığının maviliklerinden bihaber, dört yüz metre öteye kanat çırptı.

On günün ardından, kanatları eskisine benzedi. Dört yüz metre geri uçtu. Suların şarkısını dinledi. Sağır yaşlı adam tüylerini kopardı ve ardından bir on günlüğüne tekrar öteye uçtu.

Sağır adam, kör kargayı, umarsız heykelden daha çok sevdi.

Özet

Tomarlık kağıt parçalarının, lüks arabaların ve milyon dolarlık malikanelerin odalarında bile aynı duygular aynı tatminsizliklerle dolaşır. Yoksunluk, yoksulluk ve otobüs koltuklarının üzerindeki aynı duygular fırsat kollarlar doğru zaman, doğru insan ve yanlış trajediler için.

Mutluluk keşifleri yarım kalmış bir çocuk gibi ağır ağır dolaşır evrende, yere bakar gözleri, varacağı yere geç gider, ve asla uzun kalmaz. Üzüntü, ihanet ve sadakatsizlik hiçbir yere gitmezler. Oldukları yerde dururlar ve insanoğlu en kısa yoldan onları bulur.

Hayat adında elimizde tuttuğumuz karakterlerimiz memnuniyetten yoksun ve tokluğa aç şekillere bürünmüş hep fazlasını istemekle yola devam ederken, hiç beklenmedik zamanlarda, beklenmedik şarkılar, unuttuğunuz isimleri aklınıza getirir.

Söz verdiğiniz geleceğe hiç gitmediğinizi fark ederseniz. Oysa kendiniz için ne de güzel çalışmıştınız, ben olmanın verdiği rahatlık ve bencilliğin küstahlığı. Hepsi sizden, ve size göre.

Nereye kadar erişebilir kibiriniz ve hangi kuyuları doldurur ağzına kadar, kendinizi doyurmadan? Işıklarda görmek istediğiniz adınız, kaç kişinin ağzında? Hayatınızı verdiğiniz gözler, başkalarının gözleri… Hangi biri bakmayı biliyor bir dostun sana layık gördüğü utana sıkıla bakışlar gibi?

Uğruna düşmeyi seçtiğin zihin oyunları ki hepsi kalpten uzak, peşine düşer mi o vakit sen yolun yarısında yorulmuşken ve savaşçı ruhun artık bir tüccarla değiştirmişse bedenini.

Olmasına izin vermeyeceğin her şey, arkasından ağlamayacağın tüm insanlar ve kapanmasına göz yumamayacağın ışıklar. Şimdi hepsi bir birinin aynı, olması gerektiği gibi ve uzak.

Hiç sahip olmadığın şöhret ve ilk günden beri radyoda seni ağlatan şarkı. Birini birine tercih etmenin zorunluluğu ve önünde uzanan yollar, ayakkabılarını çıkarıp kendi yoluna koşmalısın.

İnsanlar arasında dolaşırken, ruhunun ve bedeninin arasında kaldığını anlamadan. Bütün hayatını verdiğin son dakika gülüşleri ve bitmeye yüz tutmuş dostluklar. Çoğu gitti azı kaldı der gibi, olduğun durumun masumiyetini göstermeye çalıştığın gözlerin, iyi bir oyunculuğun dışında neye yarar?

Sen, sen olmadıktan sonra, ben yerine konuşmuşum çok mu?

CeÇeDeGe

Cümleye yarsından başlamak gibi bahsedeceklerim… hayatının öncesinde yer etmemiş bir beden, ve ne yazık ki sonrasında tamamını kaplayan bir ruh misali. Zamanının hepsini vermek istediğin gözler, ardı arkası kesilmeyen sonsuzluğu gördüğün… Duymaktan bıkmadığın sesi, en aşık bülbüllerin namelerine meydan okuyan. Hepsini ve her şeyi görmezden gelebilecek bir deli akıl, çocukluk heyecanı bile yanında sönük kalacak. Öyle ki kimine zararsız bu Cengiz Han cesareti, cancağızına sonsuz minnet sunan bir krallığın şarap mahzeni gibi türlü rivayetlere kök verecek ucu açık bir masal. Kavuştuğu vakit bir bedende bu yüzler, tez ezelden sözlendiler.

Çok uzak diyarlardan, kağnılar üzerinde şehirlere ulaştırılmış kahramanlık öykülerinden daha yakın dizelerdir bunlar. Duymazsın, duyurmazsınız. Anlatılır, dinlersiniz. Çünkü o içimden bir ses gibidir. İçimdedir, benimdir. Sizin de var. Size de var. Özerkliği en çok hissettiğiniz zamanlardaki gibi, rüyalar. Tabirlerine coşkun, tabir-i aciz dillere yalaka olmayan. Anlatılır. Bu sefer gönlünüzden değil, zihninizden. Görürsünüz, bu sefer kalbinizden değil, gözlerinizden. Uzunca laflar değildir hani, yormaz, yoğurmaz. Niyetler adettendir. Söylenmez. Ah o cümleler… gün geçmeden nişanlandılar.

Dinleyeni her daim bulunacak sözlerdir bunlar. En azından bir kişi bile içinde gül bahçesi yetiştirmiştir nasıl olsa, büyüyen güllerin önce dikenlere, ardından tomurcuklarına yol vermesini, büyüdükçe kalbin duvarlarını deldiğini, acısının sonsuzluğa çığlıkların gökyüzüne karıştığı bahçelerde kanayan elleri suya tutmayı bilmiştir, bedenler büyütmüş, iki kişiden birine yoldaş olup, içindekileri getirmiştir. Gül yaprağı gibi, kalp odaları biriktirmiştir. İçine erdemi değil, evreni getirmiştir. Çok düşünmeden kırmızı yapraklarını güllerin, utanmadan sahipliği değiştirmeden, çok şey istediklerini bilmeden, çarçabuk kına yaktılar. Değiştiler, değiştirdiler. Paraları kapayıp ellere, kına yaktılar.

Eğer en eril erkek eğitilmemişse erkenden, erkek olmayı tanrı olmak sanırmış. Dünyayı enkaz, kendini merkez, sevdiceği cananı köle bellermiş o vakit. İkinci gönül uğruna başladığı yola, tekellik talep edermiş. Nedendir kadın susar, boyun eğermiş. İpleri eline verdin mi o vakit, dedikleri de oluyorsa, Tanrı’ya şirk koşmaktan kim durdurur ki erkeği. Savaş kralı, deniz fersahı, köylerin atlısı, dağların kahramanı… büyük isimler ve büyük meşakkatlere yol veren. Boyundurluk ve reddedeme arzusuyla kadın bedenini sundu. Tüm şehir, hatta köyler, karşı viyadükün ışıkları ve gökyüzü eşliğinde evlendiler.

Gönülleri tavaf etmekten birinden birine, uğramadı hiçbir zaman erkeğin kalbi kendi yüreğine. Cancağızı ellerinde diye yenisine yol açtı, yenisine kaçtı. Suçludur kadın masallarda, adı zikredilmez. Evinde ya da hapsolmuş kalelerde bekleyen. Ağzı mühürlü pasif öpücüklere aç, önceden planlanmış çocuklara gebe. Mutluluk uçarken kuş gibi arkasından gelen taş uğruna canını dişine takmış. Zihin oyunlarına fıkra fetva gerekmedi. O vakit öldüler.