Güney

Sibirya, herhangi bir yer
1981



- Oltayı ver, Natalie.
- Hangisi?
- Kamış olanı.
- O’nu getir…memişim, Vanya.

Dalgaların gürültüsünde kaybolan sesine uzun uzun baktı Vanya, sinirlenmişti. Öyle çabuk sinirleniyordu ki buna bazen kendi de inanamıyordu. Oltanın ucuna parmağını batırdı. İğne yeterince sivriydi. İğnenin ucunun derisine batışını hissetti, acıyı üzerinde dağıttı. Bu O’nu biraz sakinleştirdi, ve tekrar kafasını kaldırıp etrafına bakındı. Yanında yarısı yırtık poşeti duruyordu. Diğer yarısında ise Natalie oturuyordu.

- Üzerinden kalk!

Poşetin içinden çıkardığı birkaç haftalık ekmek içlerini ısladı. Küf kokuyordu ekmekler. Baş ve işaret parmağıyla yuvarlayarak ekmekleri topak haline getirdi. Ekmek, oltanın iğnesiyle buluşunca gökyüzüne salındı, ve ardından tuzlu suyla buluştu. Beklemeye başladılar. Sabahın sessizliğine eşlik eden kayığın tıkırtısına kulakları takıldı. İsteseler hiçbir şey duymayabilirlerdi. Ama dinlediler. Natalie sessizce ayağa kalktı çünkü biliyordu ki en ufak seste balıkları korkutabilir, Vanya’nın bugünlük hasılatına darbe vurabilirdi. Kayığın çapasına doğru yürüdü ve önünde durdu. Paslı çapanın paluze cildini kirletmesine izin verdi öyle ki elini üzerinde gezdirmekten kendini alamıyordu. Çapa sertti ve tarif edilemez keskin bir kokusu vardı, kirlenen elini burnuna götürürken buna karar verdi.

‘’ Vanya. ‘’ dedi öyle utangaç öyle içten söylemişti ki adını, bu ismi söylemekten vazgeçebilirdi. Ancak bu hisli seslenişi çocuk duymadı. Ufuk çizgisine dalmıştı, ve ufuk çizgisinin ötesindeki sahilleri düşünüyordu, Güneye gitmek istiyordu. Altındaki bir bacağı uzun tabureyi kuma batırıp oturduğu yeri düzeltirken omzuna dokunan ele kayıtsız kalmaya çalışsa da bunu çok uzun sürdüremedi.

- Ne var, Natalie?
- Raskolnikov’u hatırlıyorsun değil mi?
- Evet.
- Sen söyler miydin?
- Neyi?
- Seni kemiren düşüncelerini, yani paylaşabilir miydin, terk edilmekten mi korkardın yoksa daha çok sevilmekten mi? Anlatacak kimsen var mı?
- Yok.
- Ben varım.
- Sen Sonya değilsin.
- Sen de Raskolnikov değilsin.
- Ama olabilirsin.
- Sen de.

Sustular.

Vanya, Natalie’nin bildiğinden emindi. Zihnini acıtan korkunun yalnız olmadığını fark etmesi O’nu rahatlatır gibi oldu. Ancak hemen ardından ağır bir huzursuzluğun altında ezilmeye başladığını fark etti. Sırları sınırları zorlamıştı. Kendi zihninden boşalıp başka bir zihne dolan düşünceleri tek tek toplayamaz ya da geri alamazdı. ‘ Belki de bilmiyordur. ‘ diye içinden geçirdi. Kendi kendini rahatlamak için çabalasa da, bilmesini delicesine istediğini anımsadı. Anlatacak cesareti yoktu. Yüzsüzlüktü böylesine riyakar düşünceleri bir başkasına anlatmak ve öfkeliydi kendisine riyakarlığın sebebi yine aynı beden olduğu için. Düşündü.’ Ne de güzel olurdu, ben söylemeden bilmesi. Hem böylece bu şey hiç olmamış gibi olacaktı. Kuzey’de kalacaktı belki ne dersin? Günah, doğduğu topraklarda kalır mıydı ? Peşimden mi gelecekti? Ya da burada büyüyecek ve farkındalığını kazandığında peşimden gelip hesap mı soracaktı bana – beni nasıl öksüz bırakırsın diye-. Natalie, biliyorum de. Öyle sesli söyle ki bunun senin günahın olduğuna inanayım. Çünkü benim başka adım yok Natalie. Günahkar benim, Vanya.‘

- Vanya, Vanya.. Beni duyuyor musun?
- Evet.
- Güney’e gidelim mi?

Oltaya bir balık takılmıştı. Vanya, cevap vermedi. Oltayı hızlıca çekiyordu. Cevap verememişti. Gri bulutların arasından sızan solgun Güneş ışığı balığın pullarını öyle güzel parlatmıştı ki her ikisinin de iştahı kabardı. Sevilmekten korkuyordu Vanya. Balığı sıkıca tuttu ve kovaya yerleştirmek için oturduğu yerden hızlıca kalktı. Hayatındaki her anı planlardı Vanya ve hiçbir ana, hiçbir anıya, hiçbir insana güvenmezdi. Balığın kaçamayacağını bildiği halde kavanozun ağzını kapattı. Çırpınışlarından utandığını fark etti. Gri gökyüzüne baktı, sonra ufuk çizgisine ve ardından arkasında duran Natalie’nin nefesini hissetmeye çalıştı. Kavanozu sertçe tutarak denize doğru fırlattı. Ve yüzünü dönmeden, derin bir nefes aldı. Kupkuru dudaklarını ıslatıp, doğru kelimeleri bulmaya çalıştı.

- Güney’e gidelim.