Güncelik VII



Öldüğümde yüz yüze gelirsek O'nu kendi ellerimde boğacağıma yemin edebilirim. Acı neymiş görmesi lazım.  Ama şundan da eminim ki Tanrı bizleri daha çok sevecek. O'na karşı olanları yani. Çünkü böyle yaşamak o kadar zor ki bilemezsin. Babam öldüğünde bunu daha iyi anladım. Ölen babam değil de bendim sanki. Çünkü bizler için 'sonrası' nın pek anlamı yoktur. 'sonra' kavramının bittiği andır inançsızlık. Bir daha göremeyecek olmanın, hiçliğin ne demek olduğunun başladığı yerdir. Ama bu durum bir Katolik olan annem için o kadar kolaydı ki öldükten sonra buluşacaklarına inandı önce, sonra da  gittiği yerde daha huzurlu olduğunu düşündü ne de olsa yüzünde koca bir gülümsemeyle kapatmıştı gözlerini. Ben odamda nefesim kesilene kadar ağlarken Peder içeri girdi. Çok net hatırlıyorum bir Cumartesi sabahı Mayıs ayının ikinci haftasıydı. Ben cumartesi günleri tanrının da çalışmadığına inanırdım ta ki bahar ayında ve güneşli bir günde bir insanın öldüğüne tanık olana dek. Öyle bir günde bir insan nasıl ölür? İnan ben de anlamıyorum. Neyse, içeri giren Peder Tanrı için dua etmemiz gerektiğini söyledi. Şanslıydık çünkü babam güzel bir şekilde bize veda etmişti. Ne kadar sinirlendiğimi tahmin edebilirsin. Tek kelime etmeden odadan çıkmasını bekledim. Emin ol ben de bir şeylere inanıp durumu daha da kolaylaştırmak isterdim. İnandığım bir şey yok değil. İnsanlara inanıyorum ama o da insanlar var oldukça. Sonsuzlukla aram kötü. Hiçbir şeyin daha iyiye gitmedikçe sonsuza dek süreceğine inanmadım. Açmayan tohumlar çürür. Olay basit.

Bir bardak daha kahve ister misin? Ben teşekkür ederim.

Ne diyorduk? Peder odamda uzun süre oyalandı. Dua etmemi bekliyorduk. Ağzımdan çıkan tek bir kelime olmayınca tekrar konuşmayı denedi. ' Tanrı sana O'nu reddetme özgürlüğünü bile vermiştir, yavrucuğum ' dedi yüzünde aşağılar bir gülümsemeyle. O kadar inanmıştı ki varlığına. Kafamı kaldırdım ve gözlerinin içine bakmayı reddederek ' Bu cümledeki tutsaklığı görmüyor musunuz? 'dedim. Şaşırdı aptal adam. Şapsal şapsal suratıma bakmaya devam etti. ' Bu cümledeki en son şey özgürlük, Peder!' dedim. Anladığını sanmıyordum ama devam ettim.

Kendime bir bardak su alacağım sen de ister misin? Peki tamam.

Hızlı konuştuğum zaman boğazım kuruyor.  Neyse ' Bu cümlede özgürlük yok. Bu cümle tutsaklığın ta kendisi sizin bana söylediğiniz ben reddedsem de onun varlığı oralarda bir yerlerde duruyor olacak. Ancak ben varlığı hiçbir şekilde söz konusu dahi olmayan bir kavramdan bahsediyorum reddedittiğim şey varlığı değil. Kabullendiğim hiçbir şekilde var olmadığı.' diye bağırdım. Pederin yüzündeki dehşet ifadesini görmelisin. Suratıma tükürmemek için kendini zor tuttuğuna eminim. Boynuna astığı çarmıha gerilmiş Yüce İsa - Ah ne yüce !!- kolyesini öptü ve odadan koşar adım uzaklaştı. İnanır mısın? Bir an için rahatlamış hissettim. O'na kızarken Tanrı'ya kızmış gibi hissediyorum ve mutlu oluyorum. Ah, tabi ki bu mutluluk çok kısa sürdü. Keşke dışarı çıkmasıydı diye düşündüm. Garip değil mi? Keşke oda da benimle dursaydı. 

Niye mi?

O çıkınca oda da sadece kendimle kaldım. Arkadaşlığını istediğim son kişi kendimdim. Bunu bana bilerek yaptığına eminim.  Evet senden bahsediyorum sevgili Tanrım. Başka insanlara karşı hep merhametli olmuşumdur. Bu arada sıkılmadın değil mi? Hep ben konuşuyorum. Peki tamam. Bütün merhametimi başka insanlarda bıraktığıma eminim. Kendimle konuşmayı pek sevmem ama çok sık yaparım. Ve genellikle kendime karşı çok acımasızımdır. Başkalarıyla konuşmak o kadar kolay ki. İyi gözlemciyimdir. Birine bir şeyden bahsettiğimde bana nasıl karşılık vereceğini çok iyi bilirim. Bu yüzden sıkıntılarıma göre dostlarımı ararım. Ben onlara derdimi anlatırım onlar da bana duymak istediklerimi söyler. Tabi ki onlar bunun farkında değiller yoksa eminim bana çok kızarlardı. Her seferinde yardım etmeye çalışıyorlar. Bilirsin dostlar bu günler içindir. Senin de önemli dostların vardır eminim.  Yalnız kalmayı hiç sevmiyorum. Birinden bir şey saklamak zorunda olmadığın zamanlardır yalnızlık. Kendine çıplaksındır. Kendimi sevmediğim için zayıflıklarımı göstermek istediğim son kişiyimdir. Bir soru sorarım kendime  ve başlasın uykusuz geceler. Ah, Marcelo'ya sorsam öyle mi? Hemen bir cevap verir benim bildiğim. Ama ben? Ben öyle miyim? Bir soruya bin cevabım var. İşaretleri olmayan bir yola bırakmışlar da hadi yolunu bul demişler gibi. En acısı da ne biliyor musun? Her yol benim olunca insan kendine hata yapamıyor.  O muhteşem affedilme duygusunu yaşamıyor. Ben buna pişmanlık diyorum. Kendini affedememe pişmanlığı. Babamın ölümünden buraya nasıl geldik bilmiyorum, sevgili Giulio. Bir bardak daha kahve ister misin?

Sandalye Günceleri, Valeria Guarino

Güncelik VI


'Natalie?' dedi Petersburg'ün en nemli binasının bodrum katına dağılan ses. Soğuktan kupkuru kalmış dudaklarının arasına düşen en tatlı kelimeydi. Cevap beklerken gözleri kapanır gibi oldu. Ve muhtemelen uykusuzluğun verdiği yorgunlukla sesi odanın sonuna ulaşmamıştı. Karşılık alamayınca bir daha seslendi, Oscar. Bu sefer solunda duran bardaktan bir yudum aldı. Boğazını temizledi ve yattığı yerde doğruldu. Başı döner gibi oldu ama şu anda bunun üzerine düşünecek değildi.

'Natalie!' dedi aynı ses, bu sefer çok kararlıydı.
'Ne Var, Oscar?'.

Hiç beklenmeyen bu kızgın cevap genç adamın gözlerinin dolmasına sebep oldu. Zaten son zamanlarda aralarına bir soğukluk girmiş ve bunun adını 'uzak' koymuşlardı. Mesafelerinde yardımıyla birbirlerini son altmış günde belki üç belki beş kere görebilmişlerdi.

Oscar'ın kafasında yeni bir Natalie vardı.
Tanıştığına hiç memnun olmadığı bir Natalie.
Kafası kızarsa anında gidebilecek ve bir daha geri dönmeyecek bir Natalie.
Başka, biri vardı. Çok başka...biri.

Göğsündeki ağrı sızlayarak orada olduğunu hatırlattı. Ki ağrısından haberdar yalnızca Natalie ve Vanya vardı. Vanya'yı uzun zamandır görmüyor, Natalie'ye ise uzun zamandır ağrısından bahsetmiyordu. O an tek düşünebildiği kafasına üşüşen bu fikirlerin onu korkutmaya yettiğiydi.

' Senin yaşayamacağın hayatları gördüm, Natalie' dedi utanıp yarıda keserek cümlesini.
'Yani?' dedi üzerine karlar yağmaya devam eden soğuk ses.

' Yanisi yok. Gördüğüm insanlara seni koydum. Hayatını ve düzenini. Sevdiğin yemeklerle masaları süsledim nazarımda. Pirinci çok sevişin geldi aklıma gülümsedim.Ve seni...'

'Senin sevdiklerinden daha az karmaşık!' diye lafını kesti Natalie. ' Senin en sevdiğin bir yemek bile yok!' . Aslında şaka yapmak isteyen bu ses buz gibi geliyordu Oscar'ın kulağına. Her denileni yanlış anlamaya meyilliydi. Kafasında bir yol vardı. Ve bu yolun dışında yürümüyordu. Yılların veremeyeceği uzaklığı yollar vermişti. Bu Oscar'ın kuruntusu da olabilirdi. Çünkü Natalie asla hata yapmazdı. Uzak, dostlar için en büyük tuzaktı. Oscar yakalanmış gibiydi.

'Olabilir. Sadece bir çok şeyi aynı anda seviyorum. ' dedi büyük bir gururla.
' Ah Oscar ! Sorun da bu ya ! Aslında sevmen gerekenleri yeteri kadar sevmiyorsun. Senin için bir çok şey aynı anda aynı ölçüde güzel olabiliyor. Önceliklerin olmalı çocuk. Herkesi aynı anda sevemezsin!''

' Hayır, yanılıyorsun ben....aslında...Natalie neden böyle..sen de biliyorsun aslında...!'' anlamsız kelimeleri yan yana getirerek zaman kazanmaya çalışan Oscar'ın çırpınışları Natalie'nin sözleri ile yarım kaldı. Uçurumdan hızla aşağı düşen bir taş gibi Natalie'nin ağzından kelimeler dökülüyordu. Duyanı hep hayal ettikleri güney sahillerindeki güneş gibi ısıtacak bir cümleydi bu. Ve bu cümleyi tamamlayan kelimeler o kadar hızlı dökülmüşlerdi ki düştükleri yerde paramparça oldular. Oscar kelimelerin üzerine basmamaya özen gösterdi. Ve Natalie aynı cümleyi tekrarladı.

' Bana, seni benim kadar seven birini göster Oscar? Cevap ver!'

Oscar kötü ellerce oyulmuş mermer bir heykel gibi dona kaldı. Yüzünün şekli dehşetini açıkça yansıtıyordu. Dudakları oyulduğu gibi kalmıştı. Donuklardı. Ne diyeceğini bulamıyor Natalie'nin bir kez daha bu kadar haklı olması onu korkutuyordu.

'Konuşsana Oscar!' . Kızgın sesi bu sefer kırılmıştı. Kırgındı. Yutkunması gerekiyordu. Derin nefes alması ve sakinleşmesi. Ayağa kalkıp Oscar'ın solunda duran bardağa uzandı. İçinde kalan son bir kaç damlayı içmeye çalıştı. Şimdi yan yana duruyorlar ama tamamen başka yöne bakıyorlardı. Oda ya biraz daha serinlemişti ya da ıssıttığı yatağından kalktığı için ürpermişti. Hafifçe titredi ve Oscar'a uzun uzun baktı.

Oscar'ın bu dünyada en çok korkuttuğu kişi Natalie idi. Tabii Kızıl Ordu'yu saymazsak. Natalie sinirlenince çok korkutucu oluyordu. Her seferinde bunu O'na hatırlatırdı.

Gülüşür-lerdi.
Gülümsedi, Oscar.
Bu sefer.
Tek başına.

-Bilmediğin çok şey var!'
-Biliyorum.Gülümsedi usulca. Elini tuttu. Buz gibiydi elleri.
- Hiç ısınmaz mı ellerin?'
- Hayır.
-Yanıma otur.
-Neden?
-Bilmediklerini anlatacağım. Hepsini.
-Dinliyorum.
-Biraz uzun sürecek.
-Ne kadar uzun?
-Bir ömür ve sonrası. Hepsini dinlemeye vaktin olmayabilir bu yüzden.
-Başla.

Hiçbir şey konuşmadan tekrar yerlerine yattılar. Natalie her şeyi duymuştu.

Nâşâd

‘ Aynı Dimitri’ye benziyorsun, Vanya! ‘ dedi yıllarını zamana bırakmış bir adam. Yüzündeki çukurlar dünyanın en derin kuyuları gibi yerinde duruyordu. Alnından boşalan terler kuyuların sonsuz boşluğuna dökülüp ortadan kayboluyordu. Yavaşça elini kaldırıp genç Vanya’nın omzuna dokunan adam, soluk soluğa kaldığı bedeniyle yoluna devam etti. Giderken gülümsemeyi ihmal etmemişti.

Vanya olduğu yerde duruyordu ve alışılagelmiş bir sıradanlıkla zoraki bir gülümseme getirdi yüzüne. İçine binlerce düşünceyi sığdıran bir ifadeydi bu. Ayaklarını sürte sürte yola koyuldu. ‘ Aynı Dimitri’ye benziyorsun, Vanya! ‘ diye içinden tekrar etmeyi de ihmal etmedi. Bir kere daha, bir kere daha ve bir kere daha… Her zaman duyduğu bir cümleydi bu, alışmıştı. Yalınlaşmıştı sözler, yabancılaşmıştı. İçine attı düşünceleri, bir yük daha bindi göğsüne. Eskisinden daha fazla ağrıyordu yüreği, nefes almayı fazla görüyordu ciğerlerine ve arada soluk soluğa bırakıyordu bedenini. Düşünmemeye çalıştıkça daha çok düşünüyordu. Kaldırım taşlarını saymaya karar verdi. Böylece dikkatinin dağılması gerekiyordu, dağılmadı. Dikkati başka bir cisimdeydi, doğru. Ama dimağı tek bir düşüncenin göğsünü dinliyordu. ‘ Amcam Dimitri neden gitmiş ki? Tanrı O’nu görmeyi bu kadar çok mu istiyordu? Amcamın Tanrıya sarılma gibi bir niyeti yoktu. Buna adım gibi eminim. O’nu bize geri ver ve doğru insanla karşılaş Yüce Tanrı’m. Böyle yoksul bir sevgiye muhtaç olamazsın. ‘

Son kez sokağı döndü ve evin demir kapısından hızlıca içeri girdi. Gece kapanmıştı merdiven odasına, nem kokusu dağılmamıştı, yerindeydi ve sinekler daha adımları çıkmaya müsaade etmeden etrafını sarmıştı. İçeri girer girmez, tahta masanın etrafındaki küçük tabureye oturdu. Ayakkabılarını çıkardı ve uyumak için doğru odasına girdi. Kimseye görünmeye niyeti yoktu.

Uyudu. Uyuyamamıştı.

*
Sabah Güneş’inin eksik sıcakları pencereden içeri girip göz kapaklarını okşadı. Terlediği yataktan hızlıca kalkıp tuvalete gitti. Gözünün altındaki kan lekesi sabah sabah midesi bulandırdı. Uyurken öldürdüğü itaatsiz bir sineğin kanı yanağına bulaşmıştı. ‘ Umarım hastalık kapmam. ‘ diye geçirdi içinden. Bay Petrovich çoktan işe gitmişti. Yağları kurumamış yanık bir ekmek kokusu dağılmıştı eve. Birkaç dilim peynir ve simsiyah zeytinlerin zehir gibi keskin kokusu da havada sallanıyordu. Ahşap zeminin gürültüsüyle odasından salona doğru yürüdü. Küf kokuyordu duvarlar. Yürekler koksaydı eğer kesin bu şekilde kokarlardı diye getirdi aklına. Duygular ölseydi sinekler gibi ölürlerdi, pis ve sıradan. Pişmanlık ise yanık ekmek kokusuna sığınabilirdi. Ya elini ya da Tanrı’nın sunduğu nimeti yakacaktı o ateş. İnsan hep kendini geri çekerdi. Cesur değildi insan, güçlü değildi.

Bayan Petrovich tahta masanın etrafındaki süngerli sandalyenin üzerine oturmuş pencereden dışarıyı izliyordu. Su bardağıyla içtiği çayını sıkı sıkı tutmuş bir şeyler düşünüyordu. Vanya’nın geldiğini görünce, pencereden gelen bütün güneşten daha sıcak bir gülümsemeyle yüzünü çevirdi. ‘ Günaydın, Vanya aç mısın? ‘ dedi. Çocuk başını salladı. Bayan Petrovich sofraya hemencecik küçük bir tabak ve bir bardak getirdi. Çayın sesi evin en gürültülü sesi gibi duruyordu, cam bardağın köşelerine çarparken. Hiç konuşmadan hızlıca kahvaltılarını ettiler. Kahvaltı boyunca Vanya yüzünü kaşıdı ve zeytinlerin hiçbirine dokunmadı. Teşekkür ederek ayağa kalktığı anda, Bayan Petrovich zoraki bir neşeyle; ‘ Bana Dimitri’nin en sevdiği çal ! ‘ dedi. Sözler orada bitti, gözler orada ayrıldı ve bir daha birbirlerine bakmadılar. Hızlıca suratını çeviren Vanya dolabın yanındaki gramofonun yanına gitti, ve üzerinde ‘ Dimitri’ yazan plağı olduğu yerden çıkardı.

Müzik çalmaya başladı. Vanya arkasını döndü. Müzik konuşuyordu. Vanya hızlıca merdiven odasına geçti. Sırtını kapıya dayadı. Bayan Petrovich in gözyaşları şarkının notaları kadardı. ‘Ağlarken konuşur mu insan?’ diye geçirdi içinden Vanya. Dinliyordu, müziği de kadını da. İnliyordu, kadın.

‘ Dimitri, kardeşim. ‘
‘ Her zamanki gibi evden hızlıca çıktım, kulağımı kapının altından atıp odaya bıraktım ve dinledim. Ağlayamadım. Gözlerim yeterince ıslanmıyordu. Bilmiyorum. Çok mu ağlamıştım? Unutmuşum sanırım. O’ndan daha çok üzülemeyeceğim için ağlamadım. Acımın geçmeyeceğini bildiğim için ağlamadım. Yüreğim dolu dolu kalsın, anılarım boşalmasın diye ağlamadım. Huysuzum, haksızım. Ağlamalıyım. ‘ diye kendi kendine konuşuyordu ki Vanya merdivenin basamakları bitmiş çoktan sokağa varmıştı. Bir ses duydu öteden;

‘ Aynı Dimitri’ye benziyorsun, Vanya! ‘

Güncelik V

Elindeki yırtık havluyla duvarın köşesine sıkıştırdığı son sineği de öldürmüştü. O ana kadar yaklaşık yirmi üç sineğin canına katletmişti. Zafer kazanmış bir edayla sandalyenin ucuna oturdu ve kirli havluyu başucundaki yatağın altına itti. Kolunun bazı yerlerinde nokta halinde kan pıhtıları vardı. Bundan rahatsız gibi görünmüyor, ellerini temizlemek için bir çaba sarf etmiyordu. Oturduğu yerden bir sineği daha öldürdü. Komidinin üzerinde duran bardağı sessizce olduğu yerden alıp dudaklarına götürdü. Bir dikişte hepsini içti ve bardağı aynı dikkatle yerine bıraktı.

Amaçsızca ayağa kalktı ve odanın ortasına kadar yürüdü. Durdu. Belli ki kendine bir uğraş arıyordu. Duvardaki zaten düzgün tabloları düzeltti, ve dolaptaki zaten temiz örtülerin tozlarını almaya başladı. Bir süre bu davranışlarına devam etti, ve odanın içindeki tek koltuğun minderlerini yerinden çıkarıp çırpmaya başladı.

- Ne yapıyorsun, Nadya?

Odaya çırpınan bir ses geldi, komidinin yanındaki tek kişilik tahta yatağın üzerinde son demlerine yakın bir bedendendi bu. Solgun ve kendinden habersiz bir beden. Üzgün bakıyordu etrafa ve kesinlikle üzgün konuşuyordu. Dudakları öyle güçsüz çıkarmıştı ki harfleri, rüzgarda başıboş sallanan perdenin duvara çarpıp çıkardığı sesler kadar işitilmesi zordu. Dudaklar birbirine çarpıp uzaklaşmıştı. Soruyu tekrarladı. Bu sefer rüzgar daha hızlı esmiş gibiydi.

- Hiç. dedi Nadya, Hiçbir şey. Uyandın mı?

Muhabbeti kendi üzerinden atmak için cevabı bir soruda buldu. ‘ Uyandın mı? ‘. Elbette uyanık olduğunu biliyordu, ama son günlerde Alexsander’ın uykusunda sayıkladığını varsayarsak bu soru o kadar da saçma gelmemişti kulağına. Hızlıca adamın yanına yürüdü ve yatağın yanındaki sandalyeye oturdu. Elini tuttu, sıkı sıkı. Biri gelirse O’nu götüremesin diye daha da sıkı tuttu.

- Canımı yakıyorsun Nadya.
- Özür dilerim.
- Ama elimi bırakma.
- Hiçbir zaman.

On sekiz dakika boyunca, hiçbir şey konuşmadan el ele oturdular. Nadya’nın zihni etraf kadar sessiz değildi. İpini koparmış bütün düşünceler orada toplanmıştı. Yere çok sert basıyorlardı, ve Nadya’nın kafası her geçen dakika daha da fazla ağrıyordu. ‘ Zaman geçer… Çocukken en çok bu bahçede… sonsuza dek yaşaya… Önce sesleri unut... ‘. Dimağındaki son düşüncede durdu. Bütün fikirler sağa sola kaçıştılar, başka hiçbir fikir bu düşünceyi bastıramıyor, yerine geçemiyordu. ‘ Önce sesleri unuturuz. ‘ diye tekrarladı.

- Alexsander, konuş.
- Anlamadım.
- Konuş ve hiç susma.
- Neden Nadya?

Sandalye sanki çivilerden oluşmuş bir yatağa dönüşmüştü. Nadya’nın o sert kalkışını başka hiçbir şey tarif edemezdi. Mutfağa koştu ve elinde kocaman bir bıçakla geri döndü. Ev ahalisi de arkasından yürümeyi ihmal etmemişlerdi. Odanın kapısını kilitleyip, Alexsander’ın şaşkın bakışlarının tam önünde durdu. Dışarıdan kapıyı açması yalvaran birkaç ayrı ses vardı.

‘ Hepiniz susun! ‘ . Birden haykırmaya başladı, bunu birkaç kere tekrarladı. Öyle derin bağırıyordu ki boğazı parçalanabilirdi. ‘ Susun diyorum size, herkes çenesini kapatsın. ‘ diye söylenmeye devam ederken şuurunu kaybetmiş bir şekilde, kendini odanın duvarlarına vurmaya başladı. Bir yandan dışarıdakilere susmaları için yalvarıyor bir yandan da Alexsander’a konuşması için sürekli aynı şeyi tekrarlıyordu.

- Alexsander, yalvarırım konuş. Daha sesli, adımı söyle. Konuş, Alex.

Genç adam ne yapacağını bilemez bir halde birbirinden bağımsız cümleler kurmaya başladı. Korkmuştu, kalbi hızla atmaya başladı. Dışarıdaki herkes ne yapacağını bilemez bir halde kapıyı yumruklamaya devam ediyorlardı.

Nadya birden yere oturup, sırtını duvara dayadı. Aynı anda herkes sustu. Elindeki bıçağı yavaşça kulağına götürdü. Önce sağ kulağını kesti. Hiç acı çekmemiş gibi hali vardı. Genç Alex gördüğü manzara karşısında aklını oynatabilirdi.

- Konuş ve adımı söyle. Sesini unutmayacağım kardeşim, duyduğum son ses sen olacaksın.
- Nadya, lütfen…

Genç Alex daha lafını bitirmeden Nadya sol kulağını da başından ayırdı. Neşeli görünüyordu. ‘ Alex, kardeşim. ‘ dedi kendine. Uzun uzun çocuğa baktı. Yüzü kan içinde kalana kadar baktı, ağzına dolan kan O’nu öldürene kadar baktı, ruhu bedeninden çıkıp uzaklaşana kadar baktı.
İçinden ‘ Alex ! ‘ diyordu, ‘ Alex, kardeşim. ‘

Sandalye Günceleri, Nadya Nikolayeviç

Güney

Sibirya, herhangi bir yer
1981



- Oltayı ver, Natalie.
- Hangisi?
- Kamış olanı.
- O’nu getir…memişim, Vanya.

Dalgaların gürültüsünde kaybolan sesine uzun uzun baktı Vanya, sinirlenmişti. Öyle çabuk sinirleniyordu ki buna bazen kendi de inanamıyordu. Oltanın ucuna parmağını batırdı. İğne yeterince sivriydi. İğnenin ucunun derisine batışını hissetti, acıyı üzerinde dağıttı. Bu O’nu biraz sakinleştirdi, ve tekrar kafasını kaldırıp etrafına bakındı. Yanında yarısı yırtık poşeti duruyordu. Diğer yarısında ise Natalie oturuyordu.

- Üzerinden kalk!

Poşetin içinden çıkardığı birkaç haftalık ekmek içlerini ısladı. Küf kokuyordu ekmekler. Baş ve işaret parmağıyla yuvarlayarak ekmekleri topak haline getirdi. Ekmek, oltanın iğnesiyle buluşunca gökyüzüne salındı, ve ardından tuzlu suyla buluştu. Beklemeye başladılar. Sabahın sessizliğine eşlik eden kayığın tıkırtısına kulakları takıldı. İsteseler hiçbir şey duymayabilirlerdi. Ama dinlediler. Natalie sessizce ayağa kalktı çünkü biliyordu ki en ufak seste balıkları korkutabilir, Vanya’nın bugünlük hasılatına darbe vurabilirdi. Kayığın çapasına doğru yürüdü ve önünde durdu. Paslı çapanın paluze cildini kirletmesine izin verdi öyle ki elini üzerinde gezdirmekten kendini alamıyordu. Çapa sertti ve tarif edilemez keskin bir kokusu vardı, kirlenen elini burnuna götürürken buna karar verdi.

‘’ Vanya. ‘’ dedi öyle utangaç öyle içten söylemişti ki adını, bu ismi söylemekten vazgeçebilirdi. Ancak bu hisli seslenişi çocuk duymadı. Ufuk çizgisine dalmıştı, ve ufuk çizgisinin ötesindeki sahilleri düşünüyordu, Güneye gitmek istiyordu. Altındaki bir bacağı uzun tabureyi kuma batırıp oturduğu yeri düzeltirken omzuna dokunan ele kayıtsız kalmaya çalışsa da bunu çok uzun sürdüremedi.

- Ne var, Natalie?
- Raskolnikov’u hatırlıyorsun değil mi?
- Evet.
- Sen söyler miydin?
- Neyi?
- Seni kemiren düşüncelerini, yani paylaşabilir miydin, terk edilmekten mi korkardın yoksa daha çok sevilmekten mi? Anlatacak kimsen var mı?
- Yok.
- Ben varım.
- Sen Sonya değilsin.
- Sen de Raskolnikov değilsin.
- Ama olabilirsin.
- Sen de.

Sustular.

Vanya, Natalie’nin bildiğinden emindi. Zihnini acıtan korkunun yalnız olmadığını fark etmesi O’nu rahatlatır gibi oldu. Ancak hemen ardından ağır bir huzursuzluğun altında ezilmeye başladığını fark etti. Sırları sınırları zorlamıştı. Kendi zihninden boşalıp başka bir zihne dolan düşünceleri tek tek toplayamaz ya da geri alamazdı. ‘ Belki de bilmiyordur. ‘ diye içinden geçirdi. Kendi kendini rahatlamak için çabalasa da, bilmesini delicesine istediğini anımsadı. Anlatacak cesareti yoktu. Yüzsüzlüktü böylesine riyakar düşünceleri bir başkasına anlatmak ve öfkeliydi kendisine riyakarlığın sebebi yine aynı beden olduğu için. Düşündü.’ Ne de güzel olurdu, ben söylemeden bilmesi. Hem böylece bu şey hiç olmamış gibi olacaktı. Kuzey’de kalacaktı belki ne dersin? Günah, doğduğu topraklarda kalır mıydı ? Peşimden mi gelecekti? Ya da burada büyüyecek ve farkındalığını kazandığında peşimden gelip hesap mı soracaktı bana – beni nasıl öksüz bırakırsın diye-. Natalie, biliyorum de. Öyle sesli söyle ki bunun senin günahın olduğuna inanayım. Çünkü benim başka adım yok Natalie. Günahkar benim, Vanya.‘

- Vanya, Vanya.. Beni duyuyor musun?
- Evet.
- Güney’e gidelim mi?

Oltaya bir balık takılmıştı. Vanya, cevap vermedi. Oltayı hızlıca çekiyordu. Cevap verememişti. Gri bulutların arasından sızan solgun Güneş ışığı balığın pullarını öyle güzel parlatmıştı ki her ikisinin de iştahı kabardı. Sevilmekten korkuyordu Vanya. Balığı sıkıca tuttu ve kovaya yerleştirmek için oturduğu yerden hızlıca kalktı. Hayatındaki her anı planlardı Vanya ve hiçbir ana, hiçbir anıya, hiçbir insana güvenmezdi. Balığın kaçamayacağını bildiği halde kavanozun ağzını kapattı. Çırpınışlarından utandığını fark etti. Gri gökyüzüne baktı, sonra ufuk çizgisine ve ardından arkasında duran Natalie’nin nefesini hissetmeye çalıştı. Kavanozu sertçe tutarak denize doğru fırlattı. Ve yüzünü dönmeden, derin bir nefes aldı. Kupkuru dudaklarını ıslatıp, doğru kelimeleri bulmaya çalıştı.

- Güney’e gidelim.

Güncelik IV

- Öyle deme!
- Neden?

- Olsun sen yine de öyle deme, isyan etme.
- Kabul edemem, edemiyorum. Bu ağır bir yük değil ki gel beraber taşıyalım diyeyim, eş dosttan yardım isteyeyim.

- Bedeli yok, Nadya.
- Bedeni de yok. Söyleyecek söz bulamıyorum Ivan. - Düşünme. Bu koku da ne?
- Tuvaletten geliyor.
- Ah, Nadya. Ah Nadya.


Sidik kokusu tuvaletin sarıya kaçan mermer taşlarından taşmış evin kireçli bütün odalarına kadar yayılmıştı. Duvarların üzerindeki tozlu el izleri kokuyu bir odadan başka bir odaya taşıyor gibiydi. İkisinin boğazını yaktı koku, yutkunamadılar. Nadya, hızla tuvalete koştu ve bahçeden çektiği lacivert tırtıklı hortum ile tuvaleti temizlemeye başladı. Bütün pisliğin içine yalın ayak basıyordu, mantardan rengi atmış tırnaklarını hiç önemsemediği belliydi. Başı önde kambur bir halde çiçek desenli mermerlerin her birini ayrı bir telaşla siliyordu. Arada bir başını kaldırıp pencereden dışarı bakıyor ancak güneş tam gözlerinin ortasını yaktığından başını hemen geriye çeviriyordu. Mermerleri bitirip aynaya geçti. Yansıması çarptı gözüne, ama kendisini seyredip geçen yıllara küfredecek, ne kadar değiştiğine üzülecek ya da uzun uzun ağlayacak vakti yoktu. Kafasını değil aynayı ters çevirdi. İşini sağlama aldı. Dayanamayıp kendine bakabilirdi ya da aynada göreceği her kim ise.

Pis bezi sabunlu suya bırakmak için plastik kaba doğru eğildi, doğrulacaktı ki birden başı döndü. Başının döndüğünü fark etmeyecek kadar meşguldü zihni. Hızla kafasını kaldırıp yürümeye devam etti. Başı dönmeye devam ediyordu. Ivan’ın bulunduğu salona kadar yürüdü, baş dönmesi de onunla geliyordu. Salonun ortasına yığıldı. Ve orada kaldı.

Ivan koltuğa yayılmış sesli sesli horluyordu. Ayaklarını sandalyenin sivri köşesine uzatmış, bir elinde üç hafta öncesinin gazetesini tutuyordu. Koltuğun köşesindeki havlu yarısına kadar ıslaktı, belli ki oturduğu yerde çok terlemişti. Parmağını kulağına götürdü,hızlıca kaşıdı ve birkaç kelime mırıldandı. Ne dediği anlaşılmıyordu. Gözleri yarım açık olduğundan rüya görüyor diye tahmin etti, Nadya.

Tavan biraz karanlık görünüyordu, küflenmiş mi yoksa diye aklından geçirdi Nadya, yüzüstü yerde yatarken. Bedeninin hiçbir yeri hareket etmiyor, yalnızca gözlerini oynatabiliyordu, onlar da çok kısa bir mesafeden sorumluydu. İlk defa Tanrı’ya dua etmek için ellerini açamadığı bir konumda bulunuyordu. Dudakları mühürlüydü. Kuruyordu yavaşça, sözcükler mi tükeniyor dedi içinden. Bu kuraklık neden? Neden son bir kez de olsa dudaklarımı kavuşturamıyorum diye isyana kalkıştı yeniden. Burun delikleri hayat verecek havayı reddetmeye başlıyordu, kulakları sade bir horlama sesiyle doluyordu sadece, Ivan uyan! Diye bağırmayı o kadar isterdi ki. İç çamaşırlarında bir ıslaklık istedi, ve eteğine bulaşan ılık bir su. Hemen ardından keskin bir sidik kokusu geldi burnuna, havayla karışıyordu. Ivan, dedi içinden Ah Ivan sırası mı, kurtar şu zihnini karanlığın gafletinden ışığa bak, ışığa bak…

Gözleri, burnu ve kulakları bilinçsizliğe giderken hissizleşen ve uyuşan teninin titrediğini hissetti. Dudakları sertçe titriyor birbirlerine kavuşmak için adeta çırpınıyordu. Af dileyecekti belki, söyledikleri için ya da söylemedikleri için küfredecekti. Ivan’ın sesi geldi. Ama adam halen uyuyordu. Belli ki boşalan zihninin son sözleriydi bu. Zihni karşılık verdi bu sese.

- Ölüm, Tanrının en büyük hatası Ivan. O kadar çok ölmesi gereken insan var ki. Neden O’nu seçti? Tanrı hata yaptı ivan, kimi seçeceğini bilemedi. Tanrı, seçemiyor. Tanrı daha bir çocuk!
- Öyle deme!
- Neden?
- Olsun sen yine de öyle deme, isyan etme.
- Kabul edemem, edemiyorum. Bu ağır bir yük değil ki gel beraber taşıyalım diyeyim, eş dosttan yardım isteyeyim.

- Bedeli yok, Nadya.

- Bedeni de yok. Söyleyecek söz bulamıyorum Ivan.
- Düşünme. Bu koku da ne?
- Tuvaletten geliyor.

- Ah, Nadya. Ah Nadya.

' Ivan, uyan. '

Sandalye Günceleri, Nadya Nikolayeviç

Hicran


- ‘ Zehra, Zehra! ‘diye avazı çıktığı kadar bağırdı. ‘ H ‘ harfini bastırırken boğazındaki balgam genzine bulaşıyordu. Seslenmek için bir kez daha ağzını araladığı sırada Zehra içeri girdi, arkası dönüktü.
- ‘ Buyurun, Efendim? ’ dedi, sesi mahcubiyetinden kırılmak üzereydi.
- ‘ Biraz daha odun at, su yeterince kaynamamış, ve şu lifi daha fazla sabuna bula, içerisi temiz kokmuyor, duvarlara sabun sür. Hah yeşil olanı, harika. Tamam şimdi çıkabilirsin. ‘

*

Hamamın rutubeti kalbe ağır gelirdi her zaman, dolu bir kalp sımsıkı durur, bazı bazı nefes aldırmazdı sahibine. Kimi yürekler bu baskıya dayanamadan veda ederdi bedene, yetmişini geçip kaynar suya eşlik etmek akıl karı değildi. Öyle ki bütün riskleri arkasına alıp, oturdu taburesine Akif efendi, temizlenmeliydi, yetmiş üç senenin pisliğini bir senede bırakmalıydı ardında.

*

Su, git gide kaynıyordu öylesine sıcak görünüyordu ki üzerinden ayrılan buharlar bütün hamamı sislere gömmüştü. Yavaşça elini değdirdi suya tahmininden çok daha fazla sıcaktı. ‘ Yavaşça elini değdirdi Hicran’ın ensesine tahmininden çok daha fazla sıcaktı, durmaksızın terliyordu kadın. ‘ Elini sudan çektiğinde durmaksızın terlediğini fark etti. Lifi eline aldı ve sabunu üzerine sürmek için sabuna doğru uzandı. Beğenmedi. Lifin kumaşı çok sert duruyordu, yarısını parçaladı. ‘ Hicran’ın bu baştan ayağa kapalı halini beğenmedi, ve entarisini birkaç el hareketiyle parçaladı, kadın üryan bedeni gizlemeye çalıştı. ‘ hızlı hızlı köpüren lifli sabunu bir kenara itti, suyun biraz soğuduğunu düşündüğünde üzerine dökmeye başladı. Cildi öyle bir yandı ki feryat etmemek için dişlerini birbirine kenetlemesi gerekti. Her yeri yanıyordu, acıyla. Ama sıcak suyun cildi doyurduğunun farkındaydı, nasıl da üzerinde kalan ölü deri bir bir sökülüp atılıyordu. Nefes aldığını hissettiğini, kolları bir başka güçlü gibiydi, acıyordu. ‘ Kollarından sımsıkı tutup kendine doğru çekti kadını, ve uzvunu kadının uzvuna yakın tutmak için beton gibi hareketsiz bırakmıştı kadını. Hicran, kızlığından vazgeçildiği an öyle bir yandı ki canı feryat etmemek için dişlerini birbirine kenetlemesi gerekti. Titredi. Ama doygunluğunun farkındaydı, nasıl da farklı bir duyguymuş ölen umutlar, tekrar nefes alamayacağını düşünmüştü ama bir başka güçlü hissetli, nefret doluyordu içine, acıyordu. ‘ Vücudunun yeterince ıslandığını düşününce sabunla doldurduğu lifi cildinin en köhne yerlerinde gezdirdi. Gaileler doluyordu göğsüne, böyle olmamalıydı. Daha sert gezdirdi üzerinde lifi, derisinin bir kısmı kanadı, ve geri kalanı alabildiğine kızarmıştı. Boynunda, kasıklarında, göbeğinde, sırtında, parmak aralarında, her yerinde ayrı bir günah hissediyordu ve her yerine ayrı bir özenle sürüyordu lifi. Temizlenmesi gerekiyordu. ‘ Gaileler doluyordu göğsüne, Hicran nefes almakta zorlandı. Yalvarmaya sesi çıkmıyordu. Sağına soluna baktı, boynunda, kasıklarında, göbeğinde, sırtında, parmak aralarında, her yerinde ayrı bir günah hissediyordu, dokunmadığı bir yeri kaldı mı bu adamın diye düşünmeye başladı. Çok pis kokuyordu, günah. Hem de çok. ‘ . Kulaklarının içini başparmağıyla sıkı sıkı silmeye başladı, akan suyun sesini duymak istemedi, hiçbir şey duymak istemiyordu. Münzevi kulaklar istedi tanrıdan, bütün seslerden ırak. ‘ Gördükleri akıl karı etmediğinden, tanrıya sığındı Hicran, münzevi gözler istedi O’ndan, bütün gördüklerinden ırak. ‘ Kaynar suyu düğüm düğüm dökmeye devam etti. Ve her bir tastan sonra cildini kokluyordu, vücudunda günahtan başka bir koku var mı diye emin olmak istedi. Değişen tek şey, rutubetti. Su, soğuyordu. ‘ Her bir haykırıştan sonra etrafını kontrol ediyordu, ve birden ayağında bir kayganlık hissetti. Atların dışkıları ayağına bulaşmıştı. İyice gerildi Hicran, uzandı ve avuçlarına doldurdu dışkıyı. Akif Efendi’nin ağzına, yüzüne sürdü. Vücuduna dağıttı bütün pisliği. Bu haliyle fülusu ahmere muhtaç görünsün istedi, yurtsuz sansınlar istedi. Her yerine sürdü, hem de her yerine. ‘
Su soğuyordu, rutubet giderken. Ve Zehra’dan havlularını istedi, mahremini örtmek için, hamam mis gibi sabun kokuyordu, Akif zift.

‘ Akif, Hicran’ı boğuyordu, kirlenirken. Ve Şükrü’den kalın bezler istedi, günahını örtmek için, ahır saman kokuyordu, Akif zift.‘