Bahçe

Alp’lerden kaçırılan kayalar ile Nil’in azgın vakitlerinden döllenen arsız suları bir araya getirdi fıskiye. Alp’in kayaları çirkin suratlı bir kadına oyulmuştu, çıplak bedeni, paluze cildiyle elleri iki yana gökyüzü krallığına yalvarıyordu. Nil’in suları döngünün ortasında ağzından çıkıp, bacaklarından yerlere dökülüyordu. Bu sular öncesinde fıskiyenin yer altındaki kaynağına doldurulmuştu. Yosun tutan parmakları ara ara kurbağalardan tiksinse de, havzasında biriken nilüferler kurbağaları güzel gösteriyordu. Güneş yeşile çalan renklerini, oynak bir sarıya devşiriyordu.

Yaz kış durmaksızın akan sular, heykelin ağzını aşındırmış kırılmaya yüz tutmuş bir görüntüye sebebiyet vermişti. Ama o dudaklara kimse dokunmadığından oldukları yerde duruyorlardı. Yalnızca sol elinin serçe parmağı ayrılmıştı heykelden, üzerinde büyüyen ağaç ödünç almıştı parmağını. Geri verme gibi bir niyeti yoktu. Hayat kimseyi aldıklarından sorumlu tutmuyordu. Büyük zeytin ağacı yeterince sorumsuz hissetti. Köklerini beslediği toprağa, köklerinden ayrı düşürdüğü parmağını karıştırdı.

Saat on dördü vuruyordu. Gün doğumundan dokuz sonrasına tekabül ediyordu bu vakit. Gölgelerin bedenleri bir saatliğine de olsa da terk ettiği zamanlar. Zeytin ağaçlarının uyuduğu, suların buharlaşmalara karşı koyduğu, karıncaların örümcekleri yediği zamanlar. Tanıkların, tanıdıkları nesnelerden çok kendilerine döndükleri zamanlar. Öyle ki sırça köşkün bahçesi sessizliği her zamanki gibi ödünç almıştı. Dillere okunamayan harfler veriliyor, pencerelere perdeler yakıştırılıyordu. Bahçe yalnız kalıp, yalnız düşünüyordu, otlar büyümeye, sular akmaya doyamazken…

Gölgeler kaçıp, ağaçlar uyurken bin yüz kanat darbesinin ardından fıskiyenin havzasına kondu lacivert gözlü karga. O gün rüzgar eşlik ettiğinden, elli kanat çabuk gelmişti. Her zamanki yerinde, heykelin gözlerinin bakamadığı tek yerde duruyordu. Gölgeler ayrıldığından herkes birbirinden bihaber duruyordu. Adil olmayan bir anlaşmaydı bu. Lacivert gözlü karga sonuna kadar ne gördüğünü biliyordu. Tutsak heykel ise, verilenle yetinen umarsız bir neferdi. Karga, aldırış etmeden ayaklarını Nil’in sularına değdirip, gagasını göletinde yıkadı. Bir ses değdi gagasından sulara, masmavi su boyanmaya başladı. Üzerinde batmadan duran bir yürek ve etrafına dağılan ahmer kanlar, Güneş’in sarı ışıklarını dahi geri çeviriyordu. Bahçenin güney yakasından kopardığı yüreği, tam ortadaki kadına sunuyordu. Karga, işgalci ve kırdığı dallardan sorumsuz, gerim gerildi.

Yürek sulara değer değmez, heykelin suları daha hızlı akmaya başladı, fıskiye daha coşkun ve gürültülüydü. Havzasına dağılan yabancı hisleri anlamıştı. Bu yabancı, tanışılmamış biri değildi. Tanıdığı ama tanışamadığı bir yabancıydı. Yine de fark ettirmedi. Aralarında söz olmasını istemiyordu. Sular, dalgalara, dalgalar melodilere döndü. Küçük havza da serin nağmeler dağılıyordu. Ona ithafen çirkin sesini ritme uydurdu karga, fazla vakitleri yoktu. Her ikisi de bunu biliyordu. Ama olabildiğince çok duymalıydılar birbirlerinin seslerini. İçlerinde olanı bileni anlatmalıydılar. Aynı anda konuşup, aynı anda dinlemeliydiler. Bu sefer kimin hikayesi bilmiyorlardı. Ama bu kalp uzun süre kanamış ve bütün havzayı boyamıştı. Anlatacakları çok, dinledikleri az gibi bir hali vardı. Bu kalp batmamakta ısrarlı ve tükenmemekte kararlıydı.

Bahçenin çakıldan bozma yolları kelebeklerin ayak seslerini bile bahçeye salıyordu. Öyle ki ta kuzey kapısından gölgesini çok seneler önce geri de bırakmış yaşlı bir adamın ayak seslerini kulaklara çalıyordu. Üç ayağı vardı bu adamın, en çok gürültü çıkaranı ise ceviz ağacından oyulmuş sağ eline yakışan tahta ayağıydı. Üç adım atar, dördüncüyü onunla tamamlardı. Yaşıtlarına göre çevik sayılırdı. Öyle olmasa her vakit kargayı tüylerinden ayırmazdı.

Heykelin lanetine, sular fısıltılardan gürültülere, çakıllar sert yollardan kül patikalara çevrilirdi. Ağaçlar uyurken daha içli horlar, karıncılar örümcekleri daha sesli öldürürlerdi.

Yaşlı adam, üçüncü ayağını heykele yasladı, tek eliyle nağmeler koparan kargayı yakaladı. Diğer eliyle göğsünün sol tarafını tutuyordu.
Heykelin suları kesildi.
Öyle durgunlaştı ki, kurbağaların kulaçlarının şıpırtısı duyulmaktaydı.
Göğsü halen kanıyordu.
Öyle kanıyordu ki bembeyaz elleri kırmızıdan görünmez oluyordu.

Karıncalar, gülmeye başladı. Ağaçlar da uykuya veda etti.

Lacivert gözlü kargayı tuttuğu gibi kendine çevirdi adam. Ellerini yumuşacık kanatlarının arasında gezdirdi. Sağdan sola, yukarıdan aşağı. Aradığı tüyü bulduğundan, acımadan koparıp attı. Hemen şimdi uçmaya başlarsa, en fazla dört yüz metre gidebileceğini söyledi. Bir daha uğramaması için uyardı. Ve tüyünün uzaması için buradan uzak durması için de ekledi.

Lacivert gözlü karga, kanatlarına baktı. Baktı ama göremedi. Gözleri gözlerine dayanan adama baktı. Baktı ama O’nu da göremedi. Zaten göremediği heykele döndü. Seslendi. Karşılık alamadı. Sevdiğinin gitmiş olabileceğini düşündü. Rüzgara seslendi. Ve gökyüzü krallığının maviliklerinden bihaber, dört yüz metre öteye kanat çırptı.

On günün ardından, kanatları eskisine benzedi. Dört yüz metre geri uçtu. Suların şarkısını dinledi. Sağır yaşlı adam tüylerini kopardı ve ardından bir on günlüğüne tekrar öteye uçtu.

Sağır adam, kör kargayı, umarsız heykelden daha çok sevdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder