Dilruba

Acele acele bir kadın yürüyordu Bağdat’ın Güneşten nasibini almış topraklarında. Pazar çadırlarının arasından geçiyor ve nefesini boğazından uzak tutuyordu. Toprak, ardında taşıdığı rüzgar ile ayak izlerini savuruyor, kumlar birbirlerine dolanıyor ve izlerini kaybettiriyorlardı. ‘ Yakalayın, şu fahişeyi!’ diye yükselen sesleri, ne bir kum tanesi ne de rüzgar saklayabilmişti. Bağdat, hayli kızgın bir geceye uyanıyordu.
*
Çöllerin susuzluklarını gidermeleri için bahşettikleri bir çift mercan göz taşıyordu, Dilruba. Yüzündeki deniz bütün cildini yakmıştı. Tuzlu su derisini karaya çalıyordu. Serin Bağdat geceleri bile cildini kurutamamıştı, terliyordu. Daha hızlı koşması gerektiğinin farkındaydı, yükü ağırdı. Korkusu ve düşünceleri O’nu yavaşlatıyordu. Ve en ağır yükü kalbi, göğsünü parçalayacak gibi çarpıyordu. Elindeki gri ve köşeleri parçalanmış bez parçasını bir kenara fırlattı. Boş bırakılmış tezgahlardan birinin arkasına saklandı. Büyük bir gürültü için geceye yalvardı. Yoksa bu aksi gece nefes alışverişlerini asla saklayamazdı. Gece ahrazdı ya da bulduğu ilk bıçakla dilini kesmişti, konuşmuyordu gece, susuyordu. Ayak sesleri birbirinin peşi sıra dört bir yana dağılmıştı. Sözcükler tükürüklerle boğulan harflerin kölesi bir halde kulaklara çarpıp yere düşüyordu. Dilruba, sessizdi. Ama herkes bağırıyordu. Gözlerini kapadı, geceyi görmezse, gece de O’nu görmez diye düşündü. Bekliyordu. Ensesinde bir soğukluk hissetti, yersiz bir histi bu. Dolaşıyordu. Bütün boynuna dolmaya başladı. Ve büyük bir çığlık doldurdu bütün geceyi, muhafızların kılıcı sesi seyreltmişti. Ses gidiyordu, topraklar besleniyordu. Gece, susuyordu.
*
Tam olarak bir saat önceydi, tüccarlar tezgahlarını pazarın ortasına bırakıp evlerine çekilirlerdi her Perşembe ve ceplerine doldurdukları sözümona helal dinarları mum ışığı izin verdiğince saymaya çalışırlardı. Bağdat’ın en zengin tüccarının evi mumlarla çevrili olduğundan ışık Güneş’i kıskandıracak nitelikteydi. Paralar altın renklerini daha bir ihtişamlı gösterirdi. Saat dokuz buçuğu vururken, aynı anda kapı da vuruldu. Tüccar alelacele hasılatını toplayıp, kapıya yöneldi. Bu davetsiz misafirin kimliğini birkaç soruda anlamak istiyordu. ‘ Sen de kimsin bu saatte?’ diye haykırdı kapıya varmadan, iki metre berisinden. ‘ Tahranlı bir fahişle ‘ diye iç çekti kapıdaki kadın, sesi ağzının önündeki peçeden süzülerek geçmiş, neferin kulaklarını okşamıştı. ‘ İçeri gel ‘ dedi adam.
*
Şaraplar dudaklardan dökülen tatsız kelimeleri neşelendiriyordu. Adam hiç böylesine güzel bir fahişeye dokunmadığını düşündü, öyle ki bu kadar güzel bir kadını gün ışığında dahi görmemişti. Mumların sarıya boğduğu oda da dahi mercan gözleri kendi varlıklarını sürdürüyorlardı. Uzun uzun bakıyorlardı bir birlerine. Adam ellerini kadının göğüslerinde gezdirirken, tane tane üzümleri çiğniyordu. Dilruba adamın benliğine konuşmaya başladı. Cümleleri devlerin kollarını saran yarım dönümlük zincirler gibiydi, dinleyeni kendine bağlıyordu. Bardağında duran şarabı yudumlamak için cümlelerden vazgeçtiği anlarda, ‘ Susma kadın, konuş, anlat!’ yalvarmaya başlıyordu. Şehrin göbeğinden perdezanın parmaklarından düşen notalar vardı eve, ‘ Çal perdezan, sarhoş olalım!’ diye bağırmaya başladı adam. Dilruba, bardakları bir kez daha doldurmak için sırtını döndü adama o sırada kasıklarına sakladığı olgunlaşmamış bir elmayı çıkarıyordu. Şarabın yanına doğradı, üç küçük dilim. ‘ Bu iş son bir daha yapmayacağım’ diye içinden geçiriyordu her bir bıçak darbesinde. Elmayı ve şarabı adama ikram etti.
*
Perdezan notaları daha da tutsak etmeye kararlıydı, öyle sert öyle delikanlı savuruyordu mızrapı.
*
‘ Bu meyve acı!’ dedi adam suratını ekşitmişti.
‘ Acıysa tadı daha bir lezzetle iç şarabı, gül ki içinde hiçbir acı kalmasın ‘ diye bir kez daha zincirlere vurdu adamı.
‘ Ah be kadın, sarhoş olalım!’
‘ Bana gönlünden daha zengin bir şey gösteremezsin değil mi? ‘ diye adama sordu.
‘ Seni gösterebilirim kadın, ama senin zenginliğini de ‘ biraz duraksadı ‘ işte bu dinarlar satın alır ‘
‘ Biraz daha içelim, sarhoş olalım adam!’ diye bağırdı, Dilruba. Adamın kıyafetleri teker teker üzerinden düşüyordu. Çırılçıplak kalana dek içtiler. Yalnız Dilruba kapanıyordu her yuduma,adamın zincirleri sıkarken, kendini serbest bırakıyordu. Birkaç yudum sonra, harfler yürümemeye başladı kulaklara, gözleri pes etmişti. Yeryüzünün bin bir renkleri tek bir renk olmuştu. Karaya çalıyordu, her mavi ve karaya çalıyor her kırmızı. Bütün tatlar tek bir tat oluyor, ve bütün sözler tek bir söz. Duyamıyordu, tadamıyordu, göremiyordu. Bilinçsizliğin kollarına bırakmıştı kendini adam. Dilruba, vedalara hazırlanıyordu. Geceyi öpmek için sabırsızlanıyordu ve ellerini ceplerine öyle sert sokuyordu dinarlar sığmayacak kadar ağırlaştığında adamın kıyafetinden bir parça koparıp içine doldurmaya başladı.
Koşarken geceye doğru, dinarlar şırıl şırıl evin verandasında dağıldı ve bir muhafız bütün benliğini Dilruba’ya çevirdi. Efendisinden emir almayı beklemeden, kadın’a ‘ Dur!’ diye emretti.
*
Acele acele bir kadın yürüyordu Bağdat’ın Güneşten nasibini almış topraklarında. Pazar çadırlarının arasından geçiyor ve nefesini boğazından uzak tutuyordu. Toprak, ardında taşıdığı rüzgar ile ayak izlerini savuruyor, kumlar birbirlerine dolanıyor ve izlerini kaybettiriyorlardı. ‘ Yakalayın, şu fahişeyi!’ diye yükselen sesleri, ne bir kum tanesi ne de rüzgar saklayabilmişti. Bağdat, hayli kızgın bir geceye uyanıyordu. Sözcükler tükürüklerle boğulan harflerin kölesi bir halde kulaklara çarpıp yere düşüyordu. Dilruba, sessizdi. Ama herkes bağırıyordu. Gözlerini kapadı, geceyi görmezse, gece de O’nu görmez diye düşündü. Bekliyordu. Ensesinde bir soğukluk hissetti, yersiz bir histi bu. Dolaşıyordu. Bütün boynuna dolmaya başladı. Ve büyük bir çığlık doldurdu bütün geceyi, muhafızların kılıcı sesi seyreltmişti. Ses gidiyordu, topraklar besleniyordu. Gece, susuyordu.

2 yorum: