Dilruba

Acele acele bir kadın yürüyordu Bağdat’ın Güneşten nasibini almış topraklarında. Pazar çadırlarının arasından geçiyor ve nefesini boğazından uzak tutuyordu. Toprak, ardında taşıdığı rüzgar ile ayak izlerini savuruyor, kumlar birbirlerine dolanıyor ve izlerini kaybettiriyorlardı. ‘ Yakalayın, şu fahişeyi!’ diye yükselen sesleri, ne bir kum tanesi ne de rüzgar saklayabilmişti. Bağdat, hayli kızgın bir geceye uyanıyordu.
*
Çöllerin susuzluklarını gidermeleri için bahşettikleri bir çift mercan göz taşıyordu, Dilruba. Yüzündeki deniz bütün cildini yakmıştı. Tuzlu su derisini karaya çalıyordu. Serin Bağdat geceleri bile cildini kurutamamıştı, terliyordu. Daha hızlı koşması gerektiğinin farkındaydı, yükü ağırdı. Korkusu ve düşünceleri O’nu yavaşlatıyordu. Ve en ağır yükü kalbi, göğsünü parçalayacak gibi çarpıyordu. Elindeki gri ve köşeleri parçalanmış bez parçasını bir kenara fırlattı. Boş bırakılmış tezgahlardan birinin arkasına saklandı. Büyük bir gürültü için geceye yalvardı. Yoksa bu aksi gece nefes alışverişlerini asla saklayamazdı. Gece ahrazdı ya da bulduğu ilk bıçakla dilini kesmişti, konuşmuyordu gece, susuyordu. Ayak sesleri birbirinin peşi sıra dört bir yana dağılmıştı. Sözcükler tükürüklerle boğulan harflerin kölesi bir halde kulaklara çarpıp yere düşüyordu. Dilruba, sessizdi. Ama herkes bağırıyordu. Gözlerini kapadı, geceyi görmezse, gece de O’nu görmez diye düşündü. Bekliyordu. Ensesinde bir soğukluk hissetti, yersiz bir histi bu. Dolaşıyordu. Bütün boynuna dolmaya başladı. Ve büyük bir çığlık doldurdu bütün geceyi, muhafızların kılıcı sesi seyreltmişti. Ses gidiyordu, topraklar besleniyordu. Gece, susuyordu.
*
Tam olarak bir saat önceydi, tüccarlar tezgahlarını pazarın ortasına bırakıp evlerine çekilirlerdi her Perşembe ve ceplerine doldurdukları sözümona helal dinarları mum ışığı izin verdiğince saymaya çalışırlardı. Bağdat’ın en zengin tüccarının evi mumlarla çevrili olduğundan ışık Güneş’i kıskandıracak nitelikteydi. Paralar altın renklerini daha bir ihtişamlı gösterirdi. Saat dokuz buçuğu vururken, aynı anda kapı da vuruldu. Tüccar alelacele hasılatını toplayıp, kapıya yöneldi. Bu davetsiz misafirin kimliğini birkaç soruda anlamak istiyordu. ‘ Sen de kimsin bu saatte?’ diye haykırdı kapıya varmadan, iki metre berisinden. ‘ Tahranlı bir fahişle ‘ diye iç çekti kapıdaki kadın, sesi ağzının önündeki peçeden süzülerek geçmiş, neferin kulaklarını okşamıştı. ‘ İçeri gel ‘ dedi adam.
*
Şaraplar dudaklardan dökülen tatsız kelimeleri neşelendiriyordu. Adam hiç böylesine güzel bir fahişeye dokunmadığını düşündü, öyle ki bu kadar güzel bir kadını gün ışığında dahi görmemişti. Mumların sarıya boğduğu oda da dahi mercan gözleri kendi varlıklarını sürdürüyorlardı. Uzun uzun bakıyorlardı bir birlerine. Adam ellerini kadının göğüslerinde gezdirirken, tane tane üzümleri çiğniyordu. Dilruba adamın benliğine konuşmaya başladı. Cümleleri devlerin kollarını saran yarım dönümlük zincirler gibiydi, dinleyeni kendine bağlıyordu. Bardağında duran şarabı yudumlamak için cümlelerden vazgeçtiği anlarda, ‘ Susma kadın, konuş, anlat!’ yalvarmaya başlıyordu. Şehrin göbeğinden perdezanın parmaklarından düşen notalar vardı eve, ‘ Çal perdezan, sarhoş olalım!’ diye bağırmaya başladı adam. Dilruba, bardakları bir kez daha doldurmak için sırtını döndü adama o sırada kasıklarına sakladığı olgunlaşmamış bir elmayı çıkarıyordu. Şarabın yanına doğradı, üç küçük dilim. ‘ Bu iş son bir daha yapmayacağım’ diye içinden geçiriyordu her bir bıçak darbesinde. Elmayı ve şarabı adama ikram etti.
*
Perdezan notaları daha da tutsak etmeye kararlıydı, öyle sert öyle delikanlı savuruyordu mızrapı.
*
‘ Bu meyve acı!’ dedi adam suratını ekşitmişti.
‘ Acıysa tadı daha bir lezzetle iç şarabı, gül ki içinde hiçbir acı kalmasın ‘ diye bir kez daha zincirlere vurdu adamı.
‘ Ah be kadın, sarhoş olalım!’
‘ Bana gönlünden daha zengin bir şey gösteremezsin değil mi? ‘ diye adama sordu.
‘ Seni gösterebilirim kadın, ama senin zenginliğini de ‘ biraz duraksadı ‘ işte bu dinarlar satın alır ‘
‘ Biraz daha içelim, sarhoş olalım adam!’ diye bağırdı, Dilruba. Adamın kıyafetleri teker teker üzerinden düşüyordu. Çırılçıplak kalana dek içtiler. Yalnız Dilruba kapanıyordu her yuduma,adamın zincirleri sıkarken, kendini serbest bırakıyordu. Birkaç yudum sonra, harfler yürümemeye başladı kulaklara, gözleri pes etmişti. Yeryüzünün bin bir renkleri tek bir renk olmuştu. Karaya çalıyordu, her mavi ve karaya çalıyor her kırmızı. Bütün tatlar tek bir tat oluyor, ve bütün sözler tek bir söz. Duyamıyordu, tadamıyordu, göremiyordu. Bilinçsizliğin kollarına bırakmıştı kendini adam. Dilruba, vedalara hazırlanıyordu. Geceyi öpmek için sabırsızlanıyordu ve ellerini ceplerine öyle sert sokuyordu dinarlar sığmayacak kadar ağırlaştığında adamın kıyafetinden bir parça koparıp içine doldurmaya başladı.
Koşarken geceye doğru, dinarlar şırıl şırıl evin verandasında dağıldı ve bir muhafız bütün benliğini Dilruba’ya çevirdi. Efendisinden emir almayı beklemeden, kadın’a ‘ Dur!’ diye emretti.
*
Acele acele bir kadın yürüyordu Bağdat’ın Güneşten nasibini almış topraklarında. Pazar çadırlarının arasından geçiyor ve nefesini boğazından uzak tutuyordu. Toprak, ardında taşıdığı rüzgar ile ayak izlerini savuruyor, kumlar birbirlerine dolanıyor ve izlerini kaybettiriyorlardı. ‘ Yakalayın, şu fahişeyi!’ diye yükselen sesleri, ne bir kum tanesi ne de rüzgar saklayabilmişti. Bağdat, hayli kızgın bir geceye uyanıyordu. Sözcükler tükürüklerle boğulan harflerin kölesi bir halde kulaklara çarpıp yere düşüyordu. Dilruba, sessizdi. Ama herkes bağırıyordu. Gözlerini kapadı, geceyi görmezse, gece de O’nu görmez diye düşündü. Bekliyordu. Ensesinde bir soğukluk hissetti, yersiz bir histi bu. Dolaşıyordu. Bütün boynuna dolmaya başladı. Ve büyük bir çığlık doldurdu bütün geceyi, muhafızların kılıcı sesi seyreltmişti. Ses gidiyordu, topraklar besleniyordu. Gece, susuyordu.

Üryan


‘ Ve insanlar birbirlerine benzemek için ayrı ayrı yaratılmaya başlanmıştı. Ayrı ayrı doğacak, birbirlerine tıpatıp benzer halde öleceklerdi. Çünkü bugün farklı olan şeylere pek yer yoktu. ‘

‘ tıpa tıp…ölecek.’ dudaklarını bükerek tekrar etmişti bu cümleyi. Elindeki bıçağı masanın ayağının yanına bıraktı ve nasırlı parmaklarını başının üzerinde gezdirmeye başladı. Kafasındaki şişlikler O’na yeryüzünün en yüksek dağları gibi geliyordu. Başparmağıyla her birine tekrar tekrar dokundu. En ağrılı ve büyük olanda biraz durdu. Everest’in tepesinde hissetti. Adeta aşağı bakıyordu, bulutlardan görülmeyen bir yerküre vardı önünde. Bunu biliyordu ama yokmuş gibi davranmak işine geldiğinden kafasını tekrar gökyüzüne çeviriyordu. Vakit kaybetmeden hızlıca parmağıyla bastırdı. Kafatasında balyozla vurulmuş gibi bir acı hissetti. ‘ işte bu acı çok farklı, yalnızca bana ait. ‘ dedi. Giderek daha da sert bastırıyordu. Zihninden geçen düşünceleri köşeye sıkıştırdığının farkındaydı. Bencilliğinden ötürü, zihni acının etrafına toplanmıştı. Ne bir açlık, ne de bir üzüntü kalıvermişti yalçın kayalı yüreğinden.

Parmaklarını kafatasından çektiği sırada, ardı arkası kesilmeyen bir ses duydu. Belli ki o ses uzun zamandır atmosferde dağılıyordu. ‘ Kapıyı aç, n’olur! ‘ şeklinde yalvaran bir ses düzenli olarak kendini tekrar ediyordu. Yumrukları kapıyı döverken bir yanda, kapı kolunu zorluyordu boşta kalan elleriyle aynı sesin sahibi. Adam birden kapıyı kaçtı ve karşısında kadını gördü. Elinde bir tepsi yemek ve özenle toplanmış saçlarıyla bir kadın duruyordu.

Uzun süre birbirlerine baktılar. İlk kimin konuşacağını her iki taraf da merak ediyordu.

- ‘ Seni görmekten sıkıldım. ‘ dedi adam tek seferde.
- ‘ Beni değil gölgemi görüyorsun ‘ diye tersledi kadın.
- ‘ Ondan da sıkıldın! ‘ diyerek kestirip attı adam ve odanın içine doğru yürümeye başladı.
- ‘ Üşümüyor musun? Dedi kadın merakla.
- ‘ Hayır ‘ söz uçmuştu, yazı da kalmak istemiyordu.

Adamın çıplak bedeni günlerdir temizlenmediğinden kokuyordu, tüylenmişti ve kirliydi. Bir insan başka bir insana bu şekilde asla dokunamazdı. Tanrılar cehennem için seçtiği kullarını bu şekilde giydirirdi. Üryan bedenlere hiçbir kıyafet yakışmazdı. Tenleri dahi neferinden sıkıldığından yaralara kabuk bağlardı. Beden tükenmeyi görev bilen bir zaman dilimiydi. Ve tanrılar sırtlarını dönüp uzaklaşırken, kadın koşarak sarıldı adama. Kokladı ve öptü. Sorular sormak istemiyordu, nedenlere de ihtiyacı yoktu. Ama dayanamadı, evladını kemiren tahta kurusunun kaynağını öğrenmek istedi.

- ‘ Neden kendine kıyıyorsun, evlat? ‘ sesinden huzur koşarak uzaklaşıyordu.
- ‘ Senin acılarınla doyamıyorum anne, sana ne kadar acı çektirdiğimin farkında değilim, bu yüzden kendimde deniyorum, kendimi bölüyorum, ve kendimi parçalıyorum, yetersiz bulursam daha da fazla bastırıyorum. Bunu sana yaparsam, senin acından haberim olmaz. ‘

Kadın ne diyeceğini bilemedi. Sıkı sıkı sarmıştı adamı. Elleri öyle sert tutuyordu ki koskocaman oda sanki kollarının arasındaki adama saldıracak da, O’nu engellemek için kendini siper etmiş gibiydi. Tanrılar gülüştüler.

- ‘ Perdeleri açabilir miyim, seni görmek istiyorum? ‘ dedi kadın, sesi karanlıktaki tek ışık huzmesiydi.
- ‘ Hayır ‘ dedi adam, sesi Everest’in tepesinden hızla aşağı düşüyordu. Vücudu hissizleşti ve nefes alışverişleri yavaşladı. Kadının kollarında eriyen bir kaya gibiydi. Dakikalar öncesindeki katılığı yerini sıvıların akışkanlığa bırakmıştı. Hafifliyordu.
- ‘ Evlat ! ‘ diye bağırdı kadın ‘Bir perdenin kapattığı aydınlık böylesine büyük bir odayı karanlığa gömüyorsa, sakın gözlerini kapama, sakın!’ diye iç çekti.

Tanrılar gülüşüyorlardı. En büyük olanı masanın yanındaki bıçağı adamın avuçlarına verdi. Adam takati yalnızca parmaklarında gibi sımsıkı bıçağı tuttu, yaraları yalvarmaya başladı ve başındaki dağlar yıkılıyordu. Everest kaynağına O’nu çağırdı. ‘ Atla!’ diyordu. Everest’ten kaynağına düştü.

Ana rahmi kıyafetleri reddediyordu, rahimden düştü ruh. Anadan doğamadan.

Güncelik III +

Not: Bu yazı Güncelik-III 'ün devamıdır.



- Buraya geleceğini düşünmemiştim.
- Ben de beni seveceğini düşünmemiştim.
- Peki Ivan, O ne olacak?
- Ivan artık yok, Dimitris. Söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu görmeye geldim. Ve böylece seni belki daha çok sevebileceğim ama senin beni hep daha çok sevmen gerektiğini bilmelisin. Başımdaki bu ağrı beni öldürecek, senden saçlarımı traş etmeni istiyorum. Derimin üzerine dokunmanı, gözlerim dışında başka bir yere bakmanı, ve dudaklarım dışında daha pis yerlerime dokunmanı istiyorum. Bana dokun Dimitris.
- Peki, otur şu sandalyeye.

*
Berberin boş olduğunu görmeseydi içeri bir adım dahi atmazdı. Kapıdan girerken bütün gözleri üzerinde isterdi ve bir hareketiyle bütün herkesin dışarı çıkmasını temenni ederdi tek seferde. O gün de aynı ihtişamıyla kapıdan içeri girmişti. Üzeri Ivan’nın artıkları dolu ve elinde tamamı pis mektubu ile salına salına yürüyordu. Altın sarısı saçları yer yer koparılmış ve bir birine girmişti. Güzel göründüğünü düşünüyordu, güzel olmalıydı, tek olmalıydı.

Usulca adamın yanına yaklaştı ve göz hareketiyle herkesi birbirine vurdu. Dimitris, kendine söyleneni yapar, Nadya’nın bir dediğini iki etmezdi. Adam naif huyunun yanında taş gibi bir kalbe sahipti. Sadece problemleri sevmezdi ve problem yaratacak en ufak şeyden kaçınırdı. Nasıl konuşması gerektiğini ve özellikle de nasıl davranmasını gerektiğini çok iyi biliyordu. Nadya’nın akıl sıra ermez tavırlarına büyük bir sakinlikle karşılık veriyor ve O’nu hoşnut tutmaya çalışyordu. Bu yüzden herkesi usulca dışarı çıkardı. Nadya, aceleyle Dimitris’i avuçlarından yakaladı. Ellerini kaçırmak isteyen adam, hızlıca ayağa kalktı ve tezgahın etrafında bir şeylerle uğraşıyor gibi görünmek istedi. Pis olan hiçbir şeye dokunamazdı, sarsıcı bir titreme gelir ve midesi bulanmaya başlardı. Parfüm şişelerini tek tek düzenlerken, acelesi varmış gibi konuşmaya daldı.

- Lütfen kendi başına saçlarını yıka ve etrafa dokunma. Ayrıca buraya geleceğini düşünmemiştim.
- Peki, bana yardım eder misin? …. Ben de beni seveceğini düşünmemiştim.
- İşine bak Nadya. Peki Ivan, o ne olacak?
- Ivan artık yok, Dimitris. Söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu görmeye geldim. Ve böylece seni belki daha çok sevebileceğim ama senin beni hep daha çok sevmen gerektiğini bilmelisin. Başımdaki bu ağrı beni öldürecek, senden saçlarımı traş etmeni istiyorum. Derimin üzerine dokunmanı, gözlerim dışında başka bir yere bakmanı, ve dudaklarım dışında daha pis yerlerime dokunmanı istiyorum. Bana dokun Dimitris.
- Peki, otur şu sandalyeye.

Nadya süratle sandalyeye oturdu ve saçlarını yıkamaya başladı. Ara ara kopan saçlar lavaboya dökülüyordu. Dimitris bakamadı. Yeterince saçlarının temizlendiğinden emin olduktan sonra saçlarını kesmeye başladı. Sol eliyle tuttuğu makas adeta parmaklarının arasından kayıyordu, iri gövdesi ve kısacık saçlarıyla bir Rus’tan çok bir Alman’ı andırıyordu Dimitris. Biraz araştırılsa kesin köklerinde bir Alman geni bulunurdu buna eminlerdi O’nu görenler. Nadya da emindi ama gözlerini Dimitris’in ellerinden alamadığından suratına bakmak pek aklına gelmiyordu.

Makas hızlıca Nadya’nın saçlarının arasından kayıyordu git gide yüzü ortaya çıkıyordu. Ve cildinin kokusu havaya yayılıyordu. Ivan’nın artıkları hala üzerindeydi ve onun peşini bırakmak gibi bir niyeti yoktu. İkisi de konuşmuyorlardı. Makas sesi havaya yayılan tek ses sesti ve arada çatırdayan sobanın odunları gürültü yapıyordu. Makasların keseceği saçlar kalmadığında, Dimitris ellerini derhal kızın üzerinden çekti. Başı yara bere içindeydi ve kabuklardan bazıları kanıyordu. Güzelliğin sakladığı gölgelerde birer ceset yatıyordu adeta. Ölüler diyarından gelen bütün çirkinler güzelliğin içine saklanmıştı. Hades’in fedaileri kızı yavaşça avuçlarına alıyorlardı.

- Beğendin mi Dimitris? Diyerek sessizliği bozan Nadya oldu, aynadaki görüntüsüne aşık aşık bakıyordu. Olmadığı kadar çirkin görünmesine rağmen, olmadığı kadar mutluydu.
- Elini tenime koysana.
- Deniyorum, diye kestirip attı adam, elindeki ne Nadya? Diye devam etti.
- Bana mektubun. Benim için yazdığın.
- Sana mektup yazmadım Nadya, okuma yazma bilmediğimi biliyorsun. O bana ait değil.
- Öp beni Dimitris, ölüyorum. Gözlerini kapa ve öp beni.
- Git Nadya. Ivan’a git ve buraya geldiğinden kimseye bahsetme.

Nadya birden ayaklandı ve Dimitris’in elindeki makası hızla kaptı. Mektubu çıldırmış gibi kesmeye başladı. Adam ne yapacağını düşünmeye çalışırken, genç kız hızla üzerine yürüyordu. Tezgahtaki bütün parfümleri tek tek üzerine boşalttı.

- Şimdi güzel kokuyor muyum? Öpsene, cennet gibi kokuyorum Dimitris. Bunlar senin cennetinin kokuları.

Durmaksızın bağırıyordu genç kız. Ve ani bir hareketle makası adamın üzerine fırlattı. Makas adamın sol yanağını sıyırmıştı. Ve genç kız hızla berberden dışarı fırladı, o sırada gürültüyü duyan bir kalabalık dışarıda toplanmıştı. Adam, genç kızı hiç umursamadan bulduğu ilk temiz bezle üzerini temizlemeye başladı. Aynaya bakıyordu. Kirli bulduğu her yerini temizledi. Ve hiçbir şey olmamış gibi, berberi temizlemeye başladı. Genç kızın sesi sokağın öbür ucundan duyuluyordu. Çıktığı bir binanın tepesinden, elinde mektup dediği boş sözümona beyaz kağıtla aşağı atladı.

- Cennetine geliyorum, Dimitris. Öp beni, öp beni.
Çığlıkları, Dimitris’in temizlemekte olduğu berberin camlarından içeri girememişti. Hava da yankılanan ufak bir sesti sadece.

Kuşlar O’nu öpmek için çoktan hazırdı.

Güncelik III

- ‘ On iki..ahh..on üç ve on dört, sanırım bu da sonuncusu, evet! ‘
- ‘ Bana kalırsa sıcak havalardandır bu yaralar, canını sıkmana gerek yok. Burası? Acıyor mu?
- ‘ Hayır!’
- ‘ Peki burası?’
- ‘ Hayır! Baksana dün sana..’
- ‘ Kabuk bağlamış gibi çok mu kaşıyorsun, sabunu kafanda bırakmaman gerek!’
- ‘ Anladım hayır, bak dün yine onu görmeye gittim, ve o dün yine bana mektup yolladı. Yanında çalışan…’
- ‘ Burası kanamış, tırnaklarına bakabilir miyim?’
- ‘ Al işte yok bir şey, her neyse yanında çalışan çocuk da en az onun kadar yakışıklıymış. Gündüz gözüyle görünce fark ettim. Mektup da ne yazdığını okumak ister misin? Dur bekle. Bir müsaade et, kalkayım.’ dedi.

O sırada yavaş yavaş doğruluyordu kadın. Adamsa elindeki kirli bez parçasını ve içine doldurduğu bitleri uzun bir seyre daldı. Krem rengi bezden zar zor seçilebiliyorlardı ama birkaç tanesinin hala ölmediği barizdi. Bezi sıkıca kapattı ve kare kurtlu pencerenin dışına uzanan küçük beton parçasının üzerine bıraktı. Ve bitleri yemek için dalışa geçen serçelere göz ucuyla baktı. Tırnak altlarını kontrol edecekti ama bundan vazgeçti ve elini doğruca saçına götürdü. Kendi de kaşınmaya başlamıştı.

-‘ Bak işte sen de kaşınıyorsun. Mektup da diyor ki…’
-‘ Nadya, inan mektubun hiçbir kelimesini merak etmiyorum.’
-‘ Sevgili devuşka Nadya, zarafetiniz ve güzelliğinizi size nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum. Sizi tanrının bir armağanı olarak görmek, ve bakire Meryem kadar saf olduğunuza inanmak istiyorum. ‘
- ‘ Nadya, bunu neden yapıyorsun? Bunlar kelime Nadya, ama sen benim kalbimi kırıyorsun. ‘
- ‘ Ve böyle bitiyor. Burasını pek sevmedim ve ne demek istediğini anlamadım. ‘ sizi bekleyeceğim, Dimitris. ‘
- ‘ Kusacağım, sanırım. ‘ sözünü bitirmemişti ki midesi eline doldu.

Odayı acı bir koku sardı. Adamın karnı hala ağrıyordu ve midesi sadece ağzını kullanmamıştı. Burnunun içi de yanıyordu ve ağzının kenarıyla birlikte burnunda domates parçaları kalmıştı. Koku tekrar midesini bulandırdı ve bir kez daha avuçlarına kustu. Bu sefer ki avuçlar kendisine ait değildi. Nadya’nın parmakları ve mektubun tamamı pisliğe bulanmıştı. Adamın gözleri doldu. Nadya ise ayakta durmakta zorlanıyordu.

- ‘ Seni lanet adam. Ne yaptığına bak. Bana hiç öyle kızgınmış gibi bakma. Hemen kalk o sandalyeden ve buradan git. Ve umarım ölürsün, evet gittiğin yolda ölürsün. Ya da belki merdivenlerden düşersin. Nasıl olur? Ve bana neler hissettirdiğini anlarsın. Öl, Ivan. Çünkü beni öldürüyorsun. ‘

- ‘ Nereye gidiyorsun aptal adam. Kapı orası mı.’

- ‘ Ölmemi istiyorsun Nadya. Ve artık senin için ölmeyi denemediğimi söylemezsin. Son olarak ‘ seni bekleyeceğim, Ivan. ‘

Bitleri yiyen serçeler hiç olmadıkları kadar irkilmişti. Yanlarından düşen adamın peşine uçtular. Birkaç gaga darbesinin ardından etinin tadını beğenmediler. Ivan serçeler tarafından da sevilmemişti. Oysa ki gün be gün onları besleyen ısırdıkları o parmaklardı. Serçeler uçmaya devam etti.

Kafasını kare pencereden aşağı sarkıtan Nadya, kendi kendine söylenmeye devam ediyor. ‘Öl, Ivan! Mektubumu mahvettin.’
Temizlediği parmaklarını saçlarının arasında gezdirdi ve sehpanın üzerinde bulduğu makasla saçlarını kaşımaya başladı. Kafası kanıyordu. Ve sabaha kabuk tutacaktı.
Sandalye Günceleri, Nadya Nikolayeviç

Kum

İçinde dolup taşmayı bekleyen her türlü düşünceyle yıkayabilirsin beni. Nasıl ki yükünü taşıyamayan bulutların terk ettiği yağmurlarını kabul ediyorsam, sana da sırtımı dönmem. Sıcağın ve soğuğun ortasında, dalgaların kıyıya çarptığı o yerde, ne ıslak ne de kuru kumlar avuçlarımda.

Kum tanelerini, ıslatmayı denesen? Durur da yapışır ellerine ne dersin belki zaman. Gitmemiz kolay olur. Kimse görmez, kimse bilmez. Kafayı bozdum bu yer’den uzaklaşma işlerine. Ayaklarım değse de daha küçük bu yollar. İkimiz sığmayız. Arkamdan gel. Olur da kaybolursan, patikalarda bulamazsan yolunu, ağaçlara sürersin elini. Hansel ve Gratel gibi masal kahramanı oluveririz ama bu devirde yere ekmek döşemek zor. İyisi mi sen peşimi bırakma.

Tam bana doğru gel, ama koşarak. Sakın ağır ağır yürüme, bekleyemem. Dudakların kalabalık olmasın. Onları bir kez dahi denizlere değdirdiysen, tuzlarını silme üzerinden. Kupkuru ve yaralı hallerini bana bırak. Böylece ilk öpenin ben olduğunu anlayayım. Deniz gibi kok ki, seni eski bir liman sanmayayım.

Seni önemsediğimden her şeyi ikili sunuyorum, sen seç, seçmeyi öğren böylece büyüyebilesin. Büyüdüğünde yaşatandan çok yaşayan ol acıyı da tatlıyı da. Her şeyi tek bindirme kalbine..kalpleri kırma tatlı bitişlerinle ya da düşürme çehreleri acı gülüşlerinle, tezatlık da olmasın, o şekilde gel bana.

En korktuğumu senden istiyormuşum gibi görünebilir. Değiş der gibi sana. Değişmeni değil daha güzeli istiyorum. Çünkü öyle yüksekten bakıyorum ki her yeri görüyorum, zamanı avuçlarıma versen elimin tersiyle iterim. İtiraf ediyorum, ben burada kalmak istiyorum, burası neresi?

Güncelik II

‘ Ağzını kapa!’ dedi sabahtan beri kurduğu ilk cümle bu olmuştu. Gözlerimi iyiden iyiye kısarak bir bakış attım. ‘ Neden? ‘ dedim, aslında pek merak etmiyordum. ‘ Şeytan ruhunu çalar ‘ diyerek kestirip attı. Sanırım bir daha esnerken ağzımı açmayacaktım. İnsan bu kireç boyalı odada korkacak bir şey arıyor. Ve bende korkacak bir şey bulduğum için sevinmiştim. Korkumla vakit geçirecek ve günlerin daha çabuk ilerlemesini bekleyecektim. Bir takvim ve birkaç pudra güneş olsaydı sırtımda, bunu daha kolay anlayabilirdim.

‘ Peki ‘ dedim konuşurken zorlandığım açıktı, beş gündür uyumuyordum, uyuyamıyordum. Ama uyumadığım için kimse bana uykusuz diyemezdi. Ne enerjiden düşmüştüm, ne de konuşurken harfleri birbirine karıştırıyordum. Ama söylemeliyim ki vücudum beni çoktan ele vermişti. Göz kapaklarım indirilmeye muhtaç kepenkler gibi birbirine yakın durmaya çabalıyor, ben ise aralarında çuvaldız varmış gibi onları birbirinden ayırıyordum. Heyecanlıydım. Heyecanlı olmam gerekiyordu. Heyecanlı olmasam sandalyenin altından kaydığımı hissetmezdim.

Mavi tişörtlü adam halen karşımda durmuş elindeki havluyla odanın içindeki sinekleri kovalıyordu. Kireç rengi boyalar ölen sineklerin kanlarıyla oluşmuş şekillere gebe kalmıştı. Desen pek hoş görünmese de orada ölmeye yakın kişilerin yalnızca biz olmadığımızı bilmek içimi az da olsa rahatlattı. Şak diye bir ses duyuldu tekrarından ensemde bir acı. Mavi tişörtlü adam havluyu enseme şaplatmıştı. Bakışlarından orada bir sinek olduğunu iddia ettiğine yemin edebilirim. Zaten elimi enseme atınca parmaklarıma gelen kan bunun gerçek olduğuna beni inandırdı. Neden yaptığımı şimdi hatırlayamıyorum ama parmağım ucundaki kanı ağzıma götürdüm. Ve bana mı yoksa adama mı ait olup olmadığını tahmin etmeye çalıştım. Tadı yoktu, tadı kireçliydi ve tuzluydu. Terim içine karışmış olmalı. Ama rengi kahverengi denebilecek kadar kırmızıydı. Kesin bu mavi tişörtlü adama aitti. Cüzamlı derisinden anca böyle bir kan boşanırdı.

*

Hala nasıl bu adamla aynı odada uyumaya çalıştığıma inanamıyorum. Saat yedi buçuk olmasına rağmen, kararmadı. Bu adamın her seferinde başı yastığa varmadan nasıl uyuduğunu anlamaya çalışıyorum. Bir haftadır odadaki sineklerin sebebinin o olduğunu düşünüyorum. Derisi köpek ölüleri kadar pis ve kötü kokuyor. Burnumun ucunun yara olduğuna yemin edebilirim. Bu kokudan bıktım.

*

Ayağa kalkıp biraz dolaşmaya karar verdim. Üç adım öne, ve dört adım geriye gidebiliyorum en fazla. Adamın horultusu bütün kulaklarımı kapladı. Ona bakmamaya ve onu düşünmemeye çalıştıkça, ağzının içine giren sineklerden biri benmişim gibi hissediyorum. Acaba her hangi bir kadın O’nu öpmüş müdür? Bundan bana ne. Ama ben O’na dokunamam bile. Hep insanları aşağıladığım için bunlar oluyor. Saat dokuz buçuk ve uyurken bile o havluyu nasıl salladığını aklım almıyor. Artık düşünemiyorum sanırım.

*

Ve kapımız sonunda açıldı. Kireç rengi oda da düşündüğümden de fazla sinek lekesi varmış. Etrafı net göremiyorum. Ama zaten görecek pek de bir şey yok. Bu adam kolumu bu kadar sıkmasa eminim daha hızlı yürüyebilirdim. Yüzüne bakmaya korkuyorum. İnsanların yüzüne de bakmaya korkarım. Hala heyecanlıyım ve hala yürüyoruz ve hala kolum acıyor. Botları ne kadar da temiz, başımı kaldırıp baksam sinek kaydı traşını göreceğime eminim. Of, bana sinek demeyin.

Ve gece, ve yıldızlar. Göremediğim için orada olduklarını düşünmüyordum. Bu uğultuyu duymazlıktan gelirsem çok daha sevimli görünebilirim. Ve belki de iyi bir avukat vardır çevrede. Ne kadar yakışıklı olduğumu söyleyip duran kızlar da orada. En yapmacık gülüşümü savuruyorum. Ama aynı uğultu var. Aralarında Raskolnikov’u gördüğüme yemin edebilirim. Hepsi senin yüzünden diye bağırmak istedim.

Başımı öyle tutmasaydılar eminim bağırırdım ve kesinlikle daha yakışıklı görünürdüm. Boynumu sıkmasanız? Arzum yok ve tek dileğim de. Evet bu benim kanım. Ağzıma gelen de, uğultunun sahiplerinin gördükleri de. Ve bu sinekler zevklerini biliyorlar. Mavi tişörtlü adamın sineklerinden bile daha çok sinek geldi. Hepsi de karnını doyurup gidecek. Uğultu da gidiyor zaten.

Saat on bir buçuk, ve adam hala uyuyor. Kireçli duvar hala pis ve ben artık uyuyabileceğim.

Sandalye Günceleri, Koğuş

Güncelik

Duyduklarını sevdiklerinden kimse dilini kesmedi. O konuşuyordu. Dinleyenler dudaklarını inceltmiş bıyık altı gülerken, maruz kalan nefer kızarmış bir halde söylenenleri reddediyordu. Adamın anlattıkları hoş değildi, farkındaydı, ama bunları dile getirmemesi onların var olmadığı anlamına gelmiyordu. Öyle ki kendine hakim olmadan konuşmaya devam etti:

‘ Çocuk, buradakiler eminim bana gülmeye gelmişlerdir. Ama ben onlara çoktan güldüm. Beni gülerken kimse görmediğinden, bana inanmazlar ama şimdi herkes sana gülecek. Bu yüzden kimselere anlatmak zorunda değilsin. Ben bunların hiçbirini anlayamıyorum o da ayrı ya, hadi neyse! Bunlar var ya, bu başkaları, dille kulak arasındaki yolu çok iyi bilirler. Birinin ağzından bir laf düşmesin hemen kapar kulakları. Bunlar en çok neyi sever bilirsin, dedikodu. Böyle nasıl da basit genelledim sana değil mi? Ama hemen arkandaki kişinin nasıl da saçına dikkatlice baktığını bilmek isteyeceğine eminim. Bu şekilde söylersem, hiç de ilgi çekmez. Ben de hakaret etmeye karar verdim. Yalnız kalmayı pek göze alamıyorum çocuk. Alamayan kişileri de hemen anlarım. Mesela hep sivrilmeye çalışırlar. Yeni bir başkası görmesinler bak o zaman sana sahipliğinden emin olduğu için nasıl da güldürüyor seni diğerlerine. Komik cümleler kullanmak güzeldir, ben de biliyorum ama hadi söyle ne zaman ki sana şaka yaptığım da gerçekten içten güldün? Bak anlamıyorsun, kahroldun demiyorum, üzülüyorsun. Göbekli olduğunu söylediğim de böyle bakmıştın. Şaş bakıyorsun diye seni yargılayamam ama sana gülmekten kendimi alamıyorum. Senin de bana zaman zaman şaka yaptığını biliyorum. Zaten her hoşuma gitmeyen şakanda daha da fazla hakaret ediyorum sana. Altında yatan anlamları aramak için insanların uğraşacağını düşünmüyorum. Öyle ki direkt sana hakaret ediyorum. Uyurken, en azından bir kere midene o ağrıları saplamak hoşuma gidiyor. Neden öyle dediğimi merak etmen ve gerçekten o şekilde olup olmadığını düşünmek için çabalaman. Değişik bir şeysin sen, çocuk. Utanıp soramıyorsun bir başkasına. Başkalarını sevmediğini söyleme. Neden böyle göründüğünü biliyorum. En güzel halinde olduğunu sanıyorsun ya, bir de en güzel yaşında, öylesin zaten. Aramızdaki mesafeleri dert ettiğimi de nerden çıkardın? Beni çok yanlış anlamışsın, çocuk. Bak bu adamlara nasıl da pür dikkat dinliyorlar. Halen nasıl da sana kötü bir söz söylemediğimi anlamaya çalışıyorlar. Onlara vereceğim mutluluğu arıyorum şu anda. Sana ne söylesem üzülürsün ki? Ne yakar canını? ‘
Kollarından tutup adamın canını yakmaya çalıştılar, boş konuşuyordu. Güncelik bir ağızla herkes sıkıldı adamdan. ‘ Bu soytarı çok kötü ağabey’ dediler.
Sandalye Günceleri, Kahvehane