Güncelik III

- ‘ On iki..ahh..on üç ve on dört, sanırım bu da sonuncusu, evet! ‘
- ‘ Bana kalırsa sıcak havalardandır bu yaralar, canını sıkmana gerek yok. Burası? Acıyor mu?
- ‘ Hayır!’
- ‘ Peki burası?’
- ‘ Hayır! Baksana dün sana..’
- ‘ Kabuk bağlamış gibi çok mu kaşıyorsun, sabunu kafanda bırakmaman gerek!’
- ‘ Anladım hayır, bak dün yine onu görmeye gittim, ve o dün yine bana mektup yolladı. Yanında çalışan…’
- ‘ Burası kanamış, tırnaklarına bakabilir miyim?’
- ‘ Al işte yok bir şey, her neyse yanında çalışan çocuk da en az onun kadar yakışıklıymış. Gündüz gözüyle görünce fark ettim. Mektup da ne yazdığını okumak ister misin? Dur bekle. Bir müsaade et, kalkayım.’ dedi.

O sırada yavaş yavaş doğruluyordu kadın. Adamsa elindeki kirli bez parçasını ve içine doldurduğu bitleri uzun bir seyre daldı. Krem rengi bezden zar zor seçilebiliyorlardı ama birkaç tanesinin hala ölmediği barizdi. Bezi sıkıca kapattı ve kare kurtlu pencerenin dışına uzanan küçük beton parçasının üzerine bıraktı. Ve bitleri yemek için dalışa geçen serçelere göz ucuyla baktı. Tırnak altlarını kontrol edecekti ama bundan vazgeçti ve elini doğruca saçına götürdü. Kendi de kaşınmaya başlamıştı.

-‘ Bak işte sen de kaşınıyorsun. Mektup da diyor ki…’
-‘ Nadya, inan mektubun hiçbir kelimesini merak etmiyorum.’
-‘ Sevgili devuşka Nadya, zarafetiniz ve güzelliğinizi size nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum. Sizi tanrının bir armağanı olarak görmek, ve bakire Meryem kadar saf olduğunuza inanmak istiyorum. ‘
- ‘ Nadya, bunu neden yapıyorsun? Bunlar kelime Nadya, ama sen benim kalbimi kırıyorsun. ‘
- ‘ Ve böyle bitiyor. Burasını pek sevmedim ve ne demek istediğini anlamadım. ‘ sizi bekleyeceğim, Dimitris. ‘
- ‘ Kusacağım, sanırım. ‘ sözünü bitirmemişti ki midesi eline doldu.

Odayı acı bir koku sardı. Adamın karnı hala ağrıyordu ve midesi sadece ağzını kullanmamıştı. Burnunun içi de yanıyordu ve ağzının kenarıyla birlikte burnunda domates parçaları kalmıştı. Koku tekrar midesini bulandırdı ve bir kez daha avuçlarına kustu. Bu sefer ki avuçlar kendisine ait değildi. Nadya’nın parmakları ve mektubun tamamı pisliğe bulanmıştı. Adamın gözleri doldu. Nadya ise ayakta durmakta zorlanıyordu.

- ‘ Seni lanet adam. Ne yaptığına bak. Bana hiç öyle kızgınmış gibi bakma. Hemen kalk o sandalyeden ve buradan git. Ve umarım ölürsün, evet gittiğin yolda ölürsün. Ya da belki merdivenlerden düşersin. Nasıl olur? Ve bana neler hissettirdiğini anlarsın. Öl, Ivan. Çünkü beni öldürüyorsun. ‘

- ‘ Nereye gidiyorsun aptal adam. Kapı orası mı.’

- ‘ Ölmemi istiyorsun Nadya. Ve artık senin için ölmeyi denemediğimi söylemezsin. Son olarak ‘ seni bekleyeceğim, Ivan. ‘

Bitleri yiyen serçeler hiç olmadıkları kadar irkilmişti. Yanlarından düşen adamın peşine uçtular. Birkaç gaga darbesinin ardından etinin tadını beğenmediler. Ivan serçeler tarafından da sevilmemişti. Oysa ki gün be gün onları besleyen ısırdıkları o parmaklardı. Serçeler uçmaya devam etti.

Kafasını kare pencereden aşağı sarkıtan Nadya, kendi kendine söylenmeye devam ediyor. ‘Öl, Ivan! Mektubumu mahvettin.’
Temizlediği parmaklarını saçlarının arasında gezdirdi ve sehpanın üzerinde bulduğu makasla saçlarını kaşımaya başladı. Kafası kanıyordu. Ve sabaha kabuk tutacaktı.
Sandalye Günceleri, Nadya Nikolayeviç

Kum

İçinde dolup taşmayı bekleyen her türlü düşünceyle yıkayabilirsin beni. Nasıl ki yükünü taşıyamayan bulutların terk ettiği yağmurlarını kabul ediyorsam, sana da sırtımı dönmem. Sıcağın ve soğuğun ortasında, dalgaların kıyıya çarptığı o yerde, ne ıslak ne de kuru kumlar avuçlarımda.

Kum tanelerini, ıslatmayı denesen? Durur da yapışır ellerine ne dersin belki zaman. Gitmemiz kolay olur. Kimse görmez, kimse bilmez. Kafayı bozdum bu yer’den uzaklaşma işlerine. Ayaklarım değse de daha küçük bu yollar. İkimiz sığmayız. Arkamdan gel. Olur da kaybolursan, patikalarda bulamazsan yolunu, ağaçlara sürersin elini. Hansel ve Gratel gibi masal kahramanı oluveririz ama bu devirde yere ekmek döşemek zor. İyisi mi sen peşimi bırakma.

Tam bana doğru gel, ama koşarak. Sakın ağır ağır yürüme, bekleyemem. Dudakların kalabalık olmasın. Onları bir kez dahi denizlere değdirdiysen, tuzlarını silme üzerinden. Kupkuru ve yaralı hallerini bana bırak. Böylece ilk öpenin ben olduğunu anlayayım. Deniz gibi kok ki, seni eski bir liman sanmayayım.

Seni önemsediğimden her şeyi ikili sunuyorum, sen seç, seçmeyi öğren böylece büyüyebilesin. Büyüdüğünde yaşatandan çok yaşayan ol acıyı da tatlıyı da. Her şeyi tek bindirme kalbine..kalpleri kırma tatlı bitişlerinle ya da düşürme çehreleri acı gülüşlerinle, tezatlık da olmasın, o şekilde gel bana.

En korktuğumu senden istiyormuşum gibi görünebilir. Değiş der gibi sana. Değişmeni değil daha güzeli istiyorum. Çünkü öyle yüksekten bakıyorum ki her yeri görüyorum, zamanı avuçlarıma versen elimin tersiyle iterim. İtiraf ediyorum, ben burada kalmak istiyorum, burası neresi?

Güncelik II

‘ Ağzını kapa!’ dedi sabahtan beri kurduğu ilk cümle bu olmuştu. Gözlerimi iyiden iyiye kısarak bir bakış attım. ‘ Neden? ‘ dedim, aslında pek merak etmiyordum. ‘ Şeytan ruhunu çalar ‘ diyerek kestirip attı. Sanırım bir daha esnerken ağzımı açmayacaktım. İnsan bu kireç boyalı odada korkacak bir şey arıyor. Ve bende korkacak bir şey bulduğum için sevinmiştim. Korkumla vakit geçirecek ve günlerin daha çabuk ilerlemesini bekleyecektim. Bir takvim ve birkaç pudra güneş olsaydı sırtımda, bunu daha kolay anlayabilirdim.

‘ Peki ‘ dedim konuşurken zorlandığım açıktı, beş gündür uyumuyordum, uyuyamıyordum. Ama uyumadığım için kimse bana uykusuz diyemezdi. Ne enerjiden düşmüştüm, ne de konuşurken harfleri birbirine karıştırıyordum. Ama söylemeliyim ki vücudum beni çoktan ele vermişti. Göz kapaklarım indirilmeye muhtaç kepenkler gibi birbirine yakın durmaya çabalıyor, ben ise aralarında çuvaldız varmış gibi onları birbirinden ayırıyordum. Heyecanlıydım. Heyecanlı olmam gerekiyordu. Heyecanlı olmasam sandalyenin altından kaydığımı hissetmezdim.

Mavi tişörtlü adam halen karşımda durmuş elindeki havluyla odanın içindeki sinekleri kovalıyordu. Kireç rengi boyalar ölen sineklerin kanlarıyla oluşmuş şekillere gebe kalmıştı. Desen pek hoş görünmese de orada ölmeye yakın kişilerin yalnızca biz olmadığımızı bilmek içimi az da olsa rahatlattı. Şak diye bir ses duyuldu tekrarından ensemde bir acı. Mavi tişörtlü adam havluyu enseme şaplatmıştı. Bakışlarından orada bir sinek olduğunu iddia ettiğine yemin edebilirim. Zaten elimi enseme atınca parmaklarıma gelen kan bunun gerçek olduğuna beni inandırdı. Neden yaptığımı şimdi hatırlayamıyorum ama parmağım ucundaki kanı ağzıma götürdüm. Ve bana mı yoksa adama mı ait olup olmadığını tahmin etmeye çalıştım. Tadı yoktu, tadı kireçliydi ve tuzluydu. Terim içine karışmış olmalı. Ama rengi kahverengi denebilecek kadar kırmızıydı. Kesin bu mavi tişörtlü adama aitti. Cüzamlı derisinden anca böyle bir kan boşanırdı.

*

Hala nasıl bu adamla aynı odada uyumaya çalıştığıma inanamıyorum. Saat yedi buçuk olmasına rağmen, kararmadı. Bu adamın her seferinde başı yastığa varmadan nasıl uyuduğunu anlamaya çalışıyorum. Bir haftadır odadaki sineklerin sebebinin o olduğunu düşünüyorum. Derisi köpek ölüleri kadar pis ve kötü kokuyor. Burnumun ucunun yara olduğuna yemin edebilirim. Bu kokudan bıktım.

*

Ayağa kalkıp biraz dolaşmaya karar verdim. Üç adım öne, ve dört adım geriye gidebiliyorum en fazla. Adamın horultusu bütün kulaklarımı kapladı. Ona bakmamaya ve onu düşünmemeye çalıştıkça, ağzının içine giren sineklerden biri benmişim gibi hissediyorum. Acaba her hangi bir kadın O’nu öpmüş müdür? Bundan bana ne. Ama ben O’na dokunamam bile. Hep insanları aşağıladığım için bunlar oluyor. Saat dokuz buçuk ve uyurken bile o havluyu nasıl salladığını aklım almıyor. Artık düşünemiyorum sanırım.

*

Ve kapımız sonunda açıldı. Kireç rengi oda da düşündüğümden de fazla sinek lekesi varmış. Etrafı net göremiyorum. Ama zaten görecek pek de bir şey yok. Bu adam kolumu bu kadar sıkmasa eminim daha hızlı yürüyebilirdim. Yüzüne bakmaya korkuyorum. İnsanların yüzüne de bakmaya korkarım. Hala heyecanlıyım ve hala yürüyoruz ve hala kolum acıyor. Botları ne kadar da temiz, başımı kaldırıp baksam sinek kaydı traşını göreceğime eminim. Of, bana sinek demeyin.

Ve gece, ve yıldızlar. Göremediğim için orada olduklarını düşünmüyordum. Bu uğultuyu duymazlıktan gelirsem çok daha sevimli görünebilirim. Ve belki de iyi bir avukat vardır çevrede. Ne kadar yakışıklı olduğumu söyleyip duran kızlar da orada. En yapmacık gülüşümü savuruyorum. Ama aynı uğultu var. Aralarında Raskolnikov’u gördüğüme yemin edebilirim. Hepsi senin yüzünden diye bağırmak istedim.

Başımı öyle tutmasaydılar eminim bağırırdım ve kesinlikle daha yakışıklı görünürdüm. Boynumu sıkmasanız? Arzum yok ve tek dileğim de. Evet bu benim kanım. Ağzıma gelen de, uğultunun sahiplerinin gördükleri de. Ve bu sinekler zevklerini biliyorlar. Mavi tişörtlü adamın sineklerinden bile daha çok sinek geldi. Hepsi de karnını doyurup gidecek. Uğultu da gidiyor zaten.

Saat on bir buçuk, ve adam hala uyuyor. Kireçli duvar hala pis ve ben artık uyuyabileceğim.

Sandalye Günceleri, Koğuş