Aşk-ve-Peçe

Kervansaraylar için okunan fermanların altındaki bir çift dudak iziyle başlayacaktı yolculuklar, hanlar ve hancılar için aynı zamanda. Her odasında ayrı bir hikaye, meyhanelerinde dolup boşalan şaraplar doyuracaktı bedduaları. Çoklu yalnızlıklara mal olmuş sandalyeler ve üzerine söylene söylene dilinde tüy bitmiş türkülerin gebe kaldığı masa örtüleri. Örtüler yalnızca masaları süslemeyecekti, pencereler ve kapı aralarına asılmış perdeler ışığı kesecekti. Loş ortam, gözlere ışığı dolduramadan, hançerlere sıra gelmeden idam edilecekti kalpler, peçelerin arkasında gözler tarafından.

Bedenen içeride olamayan kadın, siluetini yollayacaktı meyhane masalarına, her bir erkek içinde bir kadınla, içine kadını doldurarak boş bir bardakla girecekti perdeleri aşıp kapıdan içeri. Ne kadar erkek varsa o kadar da kadın ikamet edecekti masalarda. Bu görünen yüzü olacaktı madalyonun, ta ki Hancı perdeleri sonuna kadar indirip, gaz lambalarıyla süsleyene kadar duvarları. Kapılar açılacaktı aynı anda, altı kapıdan beşi boş ama müziklerle, biri dolu aşk-ve-peçe ile girecekti içeri. Ritim dağıtacaktı yürekleri, teften ayrılan her bir vuruşla. Ziller akılla mantığın arasına girecek, yaylılar tek tek önceki kadınları boğazlarından tellere asacak, figürler yeni bedenlerin ruhu olacaktı. Hancının izniyle, gaflet içindeki yolcular ki bunlar kendi aşkları ve peçelerle aşkı dağıtan kadın arasında seçim yapamayacak kadar aciz olanlardı, birer birer masalarına davet edecekti gözlerine vuruldukları kadını, düşlerinin büyüklüğü ve inançları kadar liralar sayacakları masaya, eğer suları bulanık ve avuçları terli değilse.

Duvardan kaptığı gibi ışıkları gözlerinin ötesini aydınlatamayan bir gaz lambasını, kanatları kesik olduğu halde uçan bir melek gibi masaya yaklaştı peçeleriyle hayat bulan kadın. Kime yaklaşsa, kime çevirse gözlerini cenin gibi hissediyordu o canlı, hayatta tek duyduğu ses anne karnındaki kalp atışları olan aylık bebekler gibi yalnızlık ve korkunun tanımını üzerine çekiyordu. Kime yaklaşsa, kime çevirse gözlerini cenin gibi hissediyordu o canlı, şu hayatı gözden çıkarıp türlü çılgınlığa yol verecek bir deli oluveriyordu. Zihinle-akıl kalple-yürek ayrı düşüyordu o vakit.

Şarabın kırmızılığının esir aldığı dudaklara eğildi. Peçesi havalındı kadının, erkeğin ihtirasa meydan okuyan nefesinin rüzgarıyla. Gözlerini ayırmadan gözlerinden çiviler çaka çaka gözbebeklerine, ellerini kaldırdı tüyleri eksik kanat misali. Ve erkeğin açık tek bir perdesi kalmadı, meyhanede başlayan yolculuk düşler alemindeydi. Rüyasında gördüklerini izledi kadın. Uzun uzun adamın kulağına fısıldadı. Uzun uzun izledi meyhanedeki yolcular. Uzun uzun düşündü Hancı. Ne kadar da uzun sürmüştü bu rüya.

‘ Özlem, senin derdin adam!’ dedi peçeli kadın, liraları ardı arkası kesilmeden bir hızla ceplerine doldururken. Büyülü bir sesti bu, düşlerde kimden geldiği anlaşılmayan sesler gibi. Raks etmeye devam etti şarabı bardaktan boşalırken. Hancı uzaktan gülümsedi, gözler küçüldü cevaben ardında peçelerin.

Başka bir masaya raksa koştu kadın. Yine eğildi, yine perdeler gitti. ‘ Özlem, senin derdin adam!’ dedi peçeli kadın, liraları ardı arkası kesilmeden bir hızla ceplerine doldururken Bir el uzandı, tüyleri tam bir el. Peçeyi indirmeye çalışan bir el. Çok uzun süre hava da duramayan bir el. Uzandığı yerde kalan bir el. Perdeleri yaktı kadın. Alev alev oldu adam. Fazla yaklaşmıştı. Fazla içerdeydi. Hancı uzaktan gülümsedi. Lambaları söndürdü, altının altısı da aynı anda kapandı. Bu gece bir kurban etmişlerdi tutkuya.

Kötü bir aşktı bu. Her erkeğe aynı cevap. Görmedikleri bir suratın özlemiyle yanıp tutuşan pervaneler gibi ateşe yaklaşıyordu, şarabın sarhoş ettikleri. Kötü bir aşktı bu, özlemi de yakınlığı da içinde.

Hancı gülümsedi, ve hep beraber raksa durdu perdeler. Havalandıkça, havalandılar. Lambalarla bitiştiler. Öyle bir tutuştular ki, handa hancı da yanıp kül oldu.

Aşk, peçenin ardından başka bir ruha beden oldu….

Nem

Rutubet şehrin aynalarında boy gösteriyordu. Camlar buğulanmış ve parmakların çizdiği çizgilerin arasından turuncu ışıklar savruluyordu odanın içlerine. Tek kanadı ile uçmaya çalışan guguklu saat yirmi biri vururken, enlemesine bir çizgi daha çiziyordu saçları kumral beyaz tenli çocuk. Vakit kaybetmeden bir turuncu ışık daha belirdi odanın içinde. Bu sefer kapıdan giren orta yaşlı kadının suratını dağıtıyordu. Gözlerini kıstı kadın, saçları olduğundan açık görünüyordu. Oysaki üç gündür düz saçlarının hiçbir teli hamam yüzü görmemişti. Ceviz ağacından oyulmuş topal topal açılan kapının sesine irkildi çocuk. Parmağını camdan çekip sesin kaynağına yöneldi, gülümsedi. Annesini her gördüğünde içinden kaçıyordu gülümsemeler. Ruhunu tutup çekseler ayağı takılıp düşebilirdi ama O’nu uzaktan izleyen annesine dizleri kanarken bile illa ki gülümseyecekti.

İçeri girmek için açtığı kapıyı kapatıyordu kadın, elleri soğuk kapı koluyla buluşunca içi ürperdi. Oysaki geldiği oda daha sıcaktı. Ellerini kapı kolundan çekince anladı ki ürperti ayak parmaklarından bedenine kavuşmuş. Ilık sular birikmişti odanın tabanına, yarım parmak uzunluğundaydı derinliği. Çorapları ıslandı kadının, yürümeye devam etti. Vazgeçemezdi.

Camdan odaya bir gıcırtı armağan edildi ve hemen ardından bir demet turuncu ışık. Yere bir damla düştü saçları kumral beyaz tenli çocuğun ağzından. Yün hırkasını kavuşturdu önüne, hırkasının rengi deniz mavisiydi ve onca karanlıkta seçilebiliyordu. Düğmeleri gül ağacındandı. Ama eli kesmeyen cinsten. Düğmeleriyle oynuyordu çocuk, kadın ayaklarını yerde biriken ılık suda gezdirirken.

Önce çoraplarını çıkarmıştı. Ayağına yapıştı balıklar. Etrafında küçük deniz atları da cabası. Yüze yüze oğluna varacaktı ama sıkça hapşıran guguklu saat yarattığı küçük dalgalarla kadının hızını kesiyordu. Fistanının ceplerine elini daldırdı vakit kaybetmeden, biriken borçların yazıldığı bir kağıt buldu. Dörde katlanmıştı kağıt ve etrafında sarı lekeler vardı. Eline aldığı gibi kağıdı çabucak bir gemi yaptı. Sol cebindeki kalemi ise küreğiydi.

Dört beş savuruşta küreğini oğlunun yanına vardı. Endamı gözlerinden okunan genç solgun bakışları ve keyifsiz dudaklarıyla öylece uzanmıştı. Ellerini göğsünde birleştirmiş, ceketinin düğmeleriyle oynuyordu. ‘ Evlat…’ dedi kadın huzurlu çıkıyordu sesi. Çocuğun başını çevirip bakmasıyla, kadının omzuna kapanması bir oldu. Tam altı gün ağladı çocuk. Odada su omuz hizasına gelmişti ve balıklar saçlarını yemeye başlamıştı durulamayan bu neferlerin.

Bir Cuma sabahı daha güneş kuşlara bile görünmeden odanın cevizden oyma kapısı bir homurtuyla açıldı. Sular kapının altında duran merdivenden akıp giderken, kel kalan kadın ve saçları yerinde duran evlat aynı anda dönüp kapıdan girene baktılar.

Endamı hürriyetinde olan yaşlı bir kadın, kafasında tülbenti üzerinde çiçek desenli fistanı ve ayağına, çift çorabının altına giydiği yünlü patiği ile onlara baktı. Zayıflamışlardı ancak halen dinç görünüyorlardı. Yaşlı kadın kudretli sesiyle onları çağırdı ve adımlarını kesmeden hızlı hızlı aşağı indiler.

Sıcak sular çeşmenin ağzından kovalara dökülürken, yeşil arap sabunu, sabun bezinin üzerinde geziniyordu. Üç ev boyunda köpürmüş ve gözlere yanaşmadan edemeyen bir edayla Yaşlı Kadının bakışlarına bir bulanıklık getirmişti. Baştan aşağı kolları, sırtı, ayakları, tırnak altları, boynu ve göz kapakları yıkandı sabunlu suyla.

Saçları ışıl ışıl parlıyordu o vakit. Tarak arasından kaymak gibi süzülüyor ve hatta mis kokuları taşıyordu üzerinde. Derisinin yeterince ısındığına kanaat getiren Yaşlı kadın berber efendiye seslendi. Banyonun yankılı atmosferinden sıyrılan ses berberin kulaklarına ulaşana kadar tam üç dakika geçmişti. Üç dakikanın sonunda banyo kapısı açıldı ve uzuvları peştamalla kapanmış bir erkek içeri girdi. Saçları kumral beyaz tenli çocuğun arkasında durdu, kel kadın dışarı çıktı. Ağlamaya başlayacaktı ama orası ne yeri ne zamanıydı. Yaşlı kadın bir göz hareketiyle kapıları üzerine kapattı dışarıda kalanların.

Önce besmele çektiler, ardından Fatiha okudular, ardından bir Ayet-el Kürs-i ile makasları saçlarında gezdirdiler çocuğun. Tel tel yerlere döküldü balıkların yemediği saçlar. Usul usul aktılar biriken suyun üzerinde. Tel tel kendinden geçti çocuk, ve usul usul kendine geldi.

Sular kuruyana kadar hamamın mermerlerinde, içeri de nargile tüttürüyordu yaşlı kadın. Şalı boynunda fistanına ucun ucun dokunuyor, dumanlar hava da narin narin bel kıvırıyordu. Sipsiye değdirdi dudaklarını. Kırışık, buruşmuş ve yayıktı, eskiden dolgun dolgun mavi boncuk dağıtan dudaklar. ‘ Sıhhatler olsun, evlat!’ dedi genzine kaçan katran sesini boğuklaştırmıştı.

Havlulara sarınmış oğlan başını iki yana sallayarak teşekkür etti. Saçsız çocuk ve orta yaşlı kadın yürüyordu ki merdivenler kesti önünü, saçsız çocuk ve orta yaşlı kadın yürüyordu ki sorular çevirdi yönünü, saçsız çocuk ve orta yaşlı kadın yürüyordu ki soğuk hava kesti sözünü. Gelen uykuyu kaçırmaya çalışıyordu. İlla ki kendinden emin ve soğuktu. Göz kapaklarını elledi, ve beş parmağının beşiyle birden ayırdı. Göz bebekleri çoktan küçülmüştü. Göğsünden içeri girip, boğazını yaralayacak kadar öksürttü oğlanı. Göz bebekleri çoktan kararmıştı. Ayak parmaklarından, şah damarına kadar içinde dolaştı çocuğun, tir tir titretti ama nafile. Göz kapakları çoktan kapanmıştı.

Öyle bir zamandı ki soğuğun gelip buluştuğu, ayrılıkları baştan belliydi, bedenin ve bilincin. Bilinç içini rutubetli hamam da eritmiş, devamını tevekkül etmişti.

Uyudu çocuk. Hücreleri yastığı tanımıştı. Uyudu çocuk. Bilinci yorgana sarılıp pes etmişti.

Uyandı çocuk. Rüyasında hiç uyumadığını anlattı.

Bahçe

Alp’lerden kaçırılan kayalar ile Nil’in azgın vakitlerinden döllenen arsız suları bir araya getirdi fıskiye. Alp’in kayaları çirkin suratlı bir kadına oyulmuştu, çıplak bedeni, paluze cildiyle elleri iki yana gökyüzü krallığına yalvarıyordu. Nil’in suları döngünün ortasında ağzından çıkıp, bacaklarından yerlere dökülüyordu. Bu sular öncesinde fıskiyenin yer altındaki kaynağına doldurulmuştu. Yosun tutan parmakları ara ara kurbağalardan tiksinse de, havzasında biriken nilüferler kurbağaları güzel gösteriyordu. Güneş yeşile çalan renklerini, oynak bir sarıya devşiriyordu.

Yaz kış durmaksızın akan sular, heykelin ağzını aşındırmış kırılmaya yüz tutmuş bir görüntüye sebebiyet vermişti. Ama o dudaklara kimse dokunmadığından oldukları yerde duruyorlardı. Yalnızca sol elinin serçe parmağı ayrılmıştı heykelden, üzerinde büyüyen ağaç ödünç almıştı parmağını. Geri verme gibi bir niyeti yoktu. Hayat kimseyi aldıklarından sorumlu tutmuyordu. Büyük zeytin ağacı yeterince sorumsuz hissetti. Köklerini beslediği toprağa, köklerinden ayrı düşürdüğü parmağını karıştırdı.

Saat on dördü vuruyordu. Gün doğumundan dokuz sonrasına tekabül ediyordu bu vakit. Gölgelerin bedenleri bir saatliğine de olsa da terk ettiği zamanlar. Zeytin ağaçlarının uyuduğu, suların buharlaşmalara karşı koyduğu, karıncaların örümcekleri yediği zamanlar. Tanıkların, tanıdıkları nesnelerden çok kendilerine döndükleri zamanlar. Öyle ki sırça köşkün bahçesi sessizliği her zamanki gibi ödünç almıştı. Dillere okunamayan harfler veriliyor, pencerelere perdeler yakıştırılıyordu. Bahçe yalnız kalıp, yalnız düşünüyordu, otlar büyümeye, sular akmaya doyamazken…

Gölgeler kaçıp, ağaçlar uyurken bin yüz kanat darbesinin ardından fıskiyenin havzasına kondu lacivert gözlü karga. O gün rüzgar eşlik ettiğinden, elli kanat çabuk gelmişti. Her zamanki yerinde, heykelin gözlerinin bakamadığı tek yerde duruyordu. Gölgeler ayrıldığından herkes birbirinden bihaber duruyordu. Adil olmayan bir anlaşmaydı bu. Lacivert gözlü karga sonuna kadar ne gördüğünü biliyordu. Tutsak heykel ise, verilenle yetinen umarsız bir neferdi. Karga, aldırış etmeden ayaklarını Nil’in sularına değdirip, gagasını göletinde yıkadı. Bir ses değdi gagasından sulara, masmavi su boyanmaya başladı. Üzerinde batmadan duran bir yürek ve etrafına dağılan ahmer kanlar, Güneş’in sarı ışıklarını dahi geri çeviriyordu. Bahçenin güney yakasından kopardığı yüreği, tam ortadaki kadına sunuyordu. Karga, işgalci ve kırdığı dallardan sorumsuz, gerim gerildi.

Yürek sulara değer değmez, heykelin suları daha hızlı akmaya başladı, fıskiye daha coşkun ve gürültülüydü. Havzasına dağılan yabancı hisleri anlamıştı. Bu yabancı, tanışılmamış biri değildi. Tanıdığı ama tanışamadığı bir yabancıydı. Yine de fark ettirmedi. Aralarında söz olmasını istemiyordu. Sular, dalgalara, dalgalar melodilere döndü. Küçük havza da serin nağmeler dağılıyordu. Ona ithafen çirkin sesini ritme uydurdu karga, fazla vakitleri yoktu. Her ikisi de bunu biliyordu. Ama olabildiğince çok duymalıydılar birbirlerinin seslerini. İçlerinde olanı bileni anlatmalıydılar. Aynı anda konuşup, aynı anda dinlemeliydiler. Bu sefer kimin hikayesi bilmiyorlardı. Ama bu kalp uzun süre kanamış ve bütün havzayı boyamıştı. Anlatacakları çok, dinledikleri az gibi bir hali vardı. Bu kalp batmamakta ısrarlı ve tükenmemekte kararlıydı.

Bahçenin çakıldan bozma yolları kelebeklerin ayak seslerini bile bahçeye salıyordu. Öyle ki ta kuzey kapısından gölgesini çok seneler önce geri de bırakmış yaşlı bir adamın ayak seslerini kulaklara çalıyordu. Üç ayağı vardı bu adamın, en çok gürültü çıkaranı ise ceviz ağacından oyulmuş sağ eline yakışan tahta ayağıydı. Üç adım atar, dördüncüyü onunla tamamlardı. Yaşıtlarına göre çevik sayılırdı. Öyle olmasa her vakit kargayı tüylerinden ayırmazdı.

Heykelin lanetine, sular fısıltılardan gürültülere, çakıllar sert yollardan kül patikalara çevrilirdi. Ağaçlar uyurken daha içli horlar, karıncılar örümcekleri daha sesli öldürürlerdi.

Yaşlı adam, üçüncü ayağını heykele yasladı, tek eliyle nağmeler koparan kargayı yakaladı. Diğer eliyle göğsünün sol tarafını tutuyordu.
Heykelin suları kesildi.
Öyle durgunlaştı ki, kurbağaların kulaçlarının şıpırtısı duyulmaktaydı.
Göğsü halen kanıyordu.
Öyle kanıyordu ki bembeyaz elleri kırmızıdan görünmez oluyordu.

Karıncalar, gülmeye başladı. Ağaçlar da uykuya veda etti.

Lacivert gözlü kargayı tuttuğu gibi kendine çevirdi adam. Ellerini yumuşacık kanatlarının arasında gezdirdi. Sağdan sola, yukarıdan aşağı. Aradığı tüyü bulduğundan, acımadan koparıp attı. Hemen şimdi uçmaya başlarsa, en fazla dört yüz metre gidebileceğini söyledi. Bir daha uğramaması için uyardı. Ve tüyünün uzaması için buradan uzak durması için de ekledi.

Lacivert gözlü karga, kanatlarına baktı. Baktı ama göremedi. Gözleri gözlerine dayanan adama baktı. Baktı ama O’nu da göremedi. Zaten göremediği heykele döndü. Seslendi. Karşılık alamadı. Sevdiğinin gitmiş olabileceğini düşündü. Rüzgara seslendi. Ve gökyüzü krallığının maviliklerinden bihaber, dört yüz metre öteye kanat çırptı.

On günün ardından, kanatları eskisine benzedi. Dört yüz metre geri uçtu. Suların şarkısını dinledi. Sağır yaşlı adam tüylerini kopardı ve ardından bir on günlüğüne tekrar öteye uçtu.

Sağır adam, kör kargayı, umarsız heykelden daha çok sevdi.

Özet

Tomarlık kağıt parçalarının, lüks arabaların ve milyon dolarlık malikanelerin odalarında bile aynı duygular aynı tatminsizliklerle dolaşır. Yoksunluk, yoksulluk ve otobüs koltuklarının üzerindeki aynı duygular fırsat kollarlar doğru zaman, doğru insan ve yanlış trajediler için.

Mutluluk keşifleri yarım kalmış bir çocuk gibi ağır ağır dolaşır evrende, yere bakar gözleri, varacağı yere geç gider, ve asla uzun kalmaz. Üzüntü, ihanet ve sadakatsizlik hiçbir yere gitmezler. Oldukları yerde dururlar ve insanoğlu en kısa yoldan onları bulur.

Hayat adında elimizde tuttuğumuz karakterlerimiz memnuniyetten yoksun ve tokluğa aç şekillere bürünmüş hep fazlasını istemekle yola devam ederken, hiç beklenmedik zamanlarda, beklenmedik şarkılar, unuttuğunuz isimleri aklınıza getirir.

Söz verdiğiniz geleceğe hiç gitmediğinizi fark ederseniz. Oysa kendiniz için ne de güzel çalışmıştınız, ben olmanın verdiği rahatlık ve bencilliğin küstahlığı. Hepsi sizden, ve size göre.

Nereye kadar erişebilir kibiriniz ve hangi kuyuları doldurur ağzına kadar, kendinizi doyurmadan? Işıklarda görmek istediğiniz adınız, kaç kişinin ağzında? Hayatınızı verdiğiniz gözler, başkalarının gözleri… Hangi biri bakmayı biliyor bir dostun sana layık gördüğü utana sıkıla bakışlar gibi?

Uğruna düşmeyi seçtiğin zihin oyunları ki hepsi kalpten uzak, peşine düşer mi o vakit sen yolun yarısında yorulmuşken ve savaşçı ruhun artık bir tüccarla değiştirmişse bedenini.

Olmasına izin vermeyeceğin her şey, arkasından ağlamayacağın tüm insanlar ve kapanmasına göz yumamayacağın ışıklar. Şimdi hepsi bir birinin aynı, olması gerektiği gibi ve uzak.

Hiç sahip olmadığın şöhret ve ilk günden beri radyoda seni ağlatan şarkı. Birini birine tercih etmenin zorunluluğu ve önünde uzanan yollar, ayakkabılarını çıkarıp kendi yoluna koşmalısın.

İnsanlar arasında dolaşırken, ruhunun ve bedeninin arasında kaldığını anlamadan. Bütün hayatını verdiğin son dakika gülüşleri ve bitmeye yüz tutmuş dostluklar. Çoğu gitti azı kaldı der gibi, olduğun durumun masumiyetini göstermeye çalıştığın gözlerin, iyi bir oyunculuğun dışında neye yarar?

Sen, sen olmadıktan sonra, ben yerine konuşmuşum çok mu?

CeÇeDeGe

Cümleye yarsından başlamak gibi bahsedeceklerim… hayatının öncesinde yer etmemiş bir beden, ve ne yazık ki sonrasında tamamını kaplayan bir ruh misali. Zamanının hepsini vermek istediğin gözler, ardı arkası kesilmeyen sonsuzluğu gördüğün… Duymaktan bıkmadığın sesi, en aşık bülbüllerin namelerine meydan okuyan. Hepsini ve her şeyi görmezden gelebilecek bir deli akıl, çocukluk heyecanı bile yanında sönük kalacak. Öyle ki kimine zararsız bu Cengiz Han cesareti, cancağızına sonsuz minnet sunan bir krallığın şarap mahzeni gibi türlü rivayetlere kök verecek ucu açık bir masal. Kavuştuğu vakit bir bedende bu yüzler, tez ezelden sözlendiler.

Çok uzak diyarlardan, kağnılar üzerinde şehirlere ulaştırılmış kahramanlık öykülerinden daha yakın dizelerdir bunlar. Duymazsın, duyurmazsınız. Anlatılır, dinlersiniz. Çünkü o içimden bir ses gibidir. İçimdedir, benimdir. Sizin de var. Size de var. Özerkliği en çok hissettiğiniz zamanlardaki gibi, rüyalar. Tabirlerine coşkun, tabir-i aciz dillere yalaka olmayan. Anlatılır. Bu sefer gönlünüzden değil, zihninizden. Görürsünüz, bu sefer kalbinizden değil, gözlerinizden. Uzunca laflar değildir hani, yormaz, yoğurmaz. Niyetler adettendir. Söylenmez. Ah o cümleler… gün geçmeden nişanlandılar.

Dinleyeni her daim bulunacak sözlerdir bunlar. En azından bir kişi bile içinde gül bahçesi yetiştirmiştir nasıl olsa, büyüyen güllerin önce dikenlere, ardından tomurcuklarına yol vermesini, büyüdükçe kalbin duvarlarını deldiğini, acısının sonsuzluğa çığlıkların gökyüzüne karıştığı bahçelerde kanayan elleri suya tutmayı bilmiştir, bedenler büyütmüş, iki kişiden birine yoldaş olup, içindekileri getirmiştir. Gül yaprağı gibi, kalp odaları biriktirmiştir. İçine erdemi değil, evreni getirmiştir. Çok düşünmeden kırmızı yapraklarını güllerin, utanmadan sahipliği değiştirmeden, çok şey istediklerini bilmeden, çarçabuk kına yaktılar. Değiştiler, değiştirdiler. Paraları kapayıp ellere, kına yaktılar.

Eğer en eril erkek eğitilmemişse erkenden, erkek olmayı tanrı olmak sanırmış. Dünyayı enkaz, kendini merkez, sevdiceği cananı köle bellermiş o vakit. İkinci gönül uğruna başladığı yola, tekellik talep edermiş. Nedendir kadın susar, boyun eğermiş. İpleri eline verdin mi o vakit, dedikleri de oluyorsa, Tanrı’ya şirk koşmaktan kim durdurur ki erkeği. Savaş kralı, deniz fersahı, köylerin atlısı, dağların kahramanı… büyük isimler ve büyük meşakkatlere yol veren. Boyundurluk ve reddedeme arzusuyla kadın bedenini sundu. Tüm şehir, hatta köyler, karşı viyadükün ışıkları ve gökyüzü eşliğinde evlendiler.

Gönülleri tavaf etmekten birinden birine, uğramadı hiçbir zaman erkeğin kalbi kendi yüreğine. Cancağızı ellerinde diye yenisine yol açtı, yenisine kaçtı. Suçludur kadın masallarda, adı zikredilmez. Evinde ya da hapsolmuş kalelerde bekleyen. Ağzı mühürlü pasif öpücüklere aç, önceden planlanmış çocuklara gebe. Mutluluk uçarken kuş gibi arkasından gelen taş uğruna canını dişine takmış. Zihin oyunlarına fıkra fetva gerekmedi. O vakit öldüler.